1 Haziran 2016 Çarşamba

Bir Taksim klasiği

Sayfa 13-14

Günlerden Pazar, yapacak pek iş olmadığından oldukça uyumuştu o gün Mahmut. Oldukça dediysek, kalktığında saat 11’i ancak geçiyordu. Haftanın yorgunluğunu bir Pazar sabahı tembelliğine sıkıştırma çabası mutfaktan gelen seslerle kesildi. Haftada 5 gün okul, 3 gün barda garsonluk, 2 saat ise tembellik. Ritüelin böylesi önemli bir kısmı kesintiye uğradığından olacak, biraz da sinirle mutfağa gitti.
Öğrenci evini paylaştığı Kamil’in kırdığı bardak yerde parlıyordu. “Lan oğlum sabah sabah nasıl becerdin yine iş çıkarmayı?” diye çıkıştı.

Kamil sakin bir şekilde, “Ya bir dur önce bir süpüreyim sonra başla laf etmeye.” dedi.
Yeni arkadaş değillerdi, bardağın lafı da olmayacağı için olay, büyümesi imkânsız bir gerginlik ihtimaline dönüşerek odayı terk etti.

Mahmut, Kamil’in çoktan kahvaltısını yapmış olduğunu, anında bilgisayarın başına geçtiğinde fark etti. “Kaçta kalktın sen? Ne ara yaptın kahvaltıyı da oturdun bilgisayarın başına?” diye sordu. Kamil’in durgun yüzü ve gecikmeli cevapları meşgul olduğunu söylemesine gerek bırakmamış olsa da Kamil kibar adamdı, “Çeviri var abi, sınavlardan ancak bakabildim. Bugün son gün. Onu bitirmem lazım.” diye cevap verdi.
Yeni kalkmış olmanın getirdiği mahmurluktan mı yoksa halden anlamazlıktan mı bilinmez, Mahmut gitti önce televizyonu açtı sonra da çekti bir sandalye. Oturduğu andan belli olacağı üzere başladı konuşmaya yine, “Ne çevirisiymiş ki o?”
Kamil olayın farkına varınca derin bir nefes aldı, bilgisayarı az ileri ittirerek içine çekildiği bu muhabbete dahil olmaya karar verdi.
“Sözleşme metni, geçen yaz staj yaptığım fabrikanın sekreteri yolladı. Sağolsun hâlâ düşünür, iş oldu mu atar öyle.”

Ama Kamil yeni uyanmışlığın getirdiği tüm hakları sonuna kadar kullanmaya kararlı bir şekilde evlerinin sevimli mutfağını ortalama bir taşra kahvehanesine çevirmeye devam etti. “Ne iş? Fabrikayı mı satıyorlarmış? Kaç para la denkleştirirsek biz alalım bari” dedi. Sabah sabah esprisini de yapmıştı, keyfi yerindeydi.
Kamil hâlâ sakin, hâlâ ağırbaşlı, “Yok abi senelik sözleşme yeniliyorlar. Mal satışı falan işte. Ben satmıyorum ya, çevir diye verdiler. Detayını da bilmem.” dedi. Mahmut’un gözü İngilizce kelimeler arasında gezinirken 16 milyon dolara çarptı. “Kaç para verdiler lan sana stajda bunlar geçen sene?” diye sordu.
Kamil’in aldığı ücret saat başı 4 lira idi, çevirdiği metinden de verseler bir 200, şirketin Kamil’e getirisi en iyisinden bir 600-700 lirayı buluyordu. Mahmut uykulu kafasında 16 milyon lirayı 700’e bölmeye çalışırken gözlerini odada gezdirdi.

Televizyona geldiğinde sanki yıllardır beklediği buymuş gibi çığırdı, “Oha lan bugün 1 Mayıs mı?”.
“He.” dedi Kamil, “1 saat oldu polis müdahaleye başlayalı. Taksim yine hengame.” konuşurken bir yandan yapmaya niyetlendiği menemen için domatesleri kesiyordu.

Kamil’in babası sendikalıydı, çocukluğunda babasından bekleyip de göremediği ne vardıysa hepsini sendikaya yıkmıştı lisede bir ara. Ondan sonra yeniden açmadı olayı. Ama sendika nezdinde önce solculardan, sonra ise siyasetten yaka silkmişti. Babasının kısa bir süre kendisini maruz bıraktığı üniversite anıları da üzerine binince, değil siyasete yanaşmak oturup konuşmaktan bile çekinir olmuştu. Konuyu geçiştirmek için Mahmut’tan biber ve yumurta istedi.

Mahmut ise sinir bozuculuğunun sınırlarına yaklaşıyordu, konuda ısrar ederek “Lan iki kuruş maaş veriyorlar bir üçüncüsünü vermemek için her sene adam mı dövülür böyle!” dedi. Zuladan çıkardığı bir iki küfrü de ekledi cümlenin sonuna. Kamil eline bulaşan sebzeleri de göz önünde bulundurarak lavaboya diye kaçtı. Mahmut kendi kendine de olsa yüksek sesle devam ediyordu konuşmaya, “Lan aslında biz de gidelim. Vallahi gidelim. İki gün sonra mezun olsak alacağımız iki kuruş para yine bu hallere düşeceğiz.”
Yanmayan lamba ile uğraşan Kamil nihayet karanlıkta elini yıkayıp geldi. “Bugün bir ampul alıp gelsen? Hem paran varsa deterjan da al, şuradan para alınca hallederim.”
Cevaptan önce telefonun sesi geldi. Annesi arıyordu Kamil’in. Telefonu açtı, saniyeler sonra yüzü ifadesini yitirmiş, bir insan yüzünün tüm kanı çekilmeden ne kadar beyazlaşabileceğini denemeye girişmişçesine beyazlamıştı.

Mahmut telaşla, “N’oldu lan?” diye sordu.
Telefonu yavaşça kapatırken sessizce konuşuyordu Kamil, “Babam, Taksimdeymiş… Hastaneye kaldırmışlar şimdi.” dedi.
Mahmut jet hızıyla kanalı değiştirip Kamil’in yanına gitti. Evdeki son yumurtaları da ocakta unutup yakan Kamil, sendikaya olan nefretini bilemeye devam ediyordu o sırada…

Tarık Arpacı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder