2 Haziran 2016 Perşembe

Rehine günü nedir?

Sayfa 27-28
Komünizme beş kala I

Bendeniz Uzay Geniş, gazetemize ilk yazımı yazıyorum. Zamanında bu topraklarda ne olduğuna yanıt aramaya çalışacağım ve ilk konumu da Rehine Günü’ne ayırmak istiyorum müsaadenizle. Umarım tarihimize dair bir takım dersler çkarabileceğimiz bir yazı olur. Tanıştığımıza memnın oldum.

İnsanlık tarihi uzun ve evrimsel süreçlerle doludur. Doğrusal olmayan bir ilerleme çizgisine sahip olan bu tarih, bilindiği üzere sınıf savaşımları üzerine ilerlemiştir. Anadolu Proletarya Tarihi Müzesinden edindiğim bir belge üzerine unutulmaya yüz tutmuş bir olayı, başka bir deyişle, tarihe “Rehine günü” olarak geçen enteresan olayı aktaracağım. Bu olay bile tek başına 2030’da gerçekleşen Türkiye Sosyalist Devriminin tarihsel olarak kaçınılmaz olduğuna delalettir.

16 Nisan 2016’da, kapitalist Türkiye Cumhuriyeti’nin iki vatandaşı Zoe ve Cemgillerden Cemil, karayolunda toplu taşıma yapan ve adına otobüs denilen araçlara binmek için koşarak durağa yetişmeye çalışıyordu. Zoe’nun bir gün önce oynadığı tiyatro oyunundan anı olarak aldığı oyuncak silah ise o sırada şans eseri Cemgillerden Cem’in elindeydi.

Sadece duraklarda yolcu transferine izin veren sistemden dolayı arkalarından gelen otobüs durağa kadar kendilerini geçemesin diye alabildiğine koşuyordu. Cemil birden silahını istemdışı Zoe’nun kafasına dayamış şekilde koşuyorken otobüs şoförü ani bir fren yaptı ve kapıyı açarak: “Kızı öldürme” dedi. Ne olduğunu ikisi de anlayamamıştı fakat Zoe’nun aklına anlık bir fikir geldi. Ağzından şu sözcükler çıkıverdi: “Otobüse binemezse beni vuracağını söyledi. Lütfen alın bizi otobüse.”

Kapılar açıldı ve iki arkadaş sanki düşmanmışcasına bindiler peşpeşe. Yol boyu telefonunu kurcalayan şoför ise yolu değiştirip ilk karakolun önüne çekti. Ne olduysa burada oldu. Polisler otobüsün etrafını sardı ve tüm yolcuları aşağıya indirdi. Otobüsün içinde yalnız kalan Zoe ve Cemgillerden Cemil, rehinecilik oynamak zorunda kaldılar. Bir süre polisle pazarlık oynadılar. Olay büyüdü. Özel harekat dedikleri polis timleri ve terörle mücadele ekipleri olay yerine intikal etti. Derken, medya da olay yerinden canlı yayın yapmaya başladı.

Sonunda ikili bunun bir düzmece olduğunu, ortada rehine filan olmadığını ve ellerindeki silahın da sahte olduğunu açıklamaya çalıştılar ama nafile. Polis kafaya koymuştu, rehineye bir şey olmadan rehinci öldürülmeliydi.

Cemgillerden Cemil, silahın sahte olduğunu anlatmaya çalışırken keskin nişancılar tarafından canlı yayında vurularak katledildi. Bunun üzerine ülkenin her yerinde insanlar sahte silahlarla birbiriyle rehinecilik oynayarak durumu protesto etmeye başladılar. Gün bittiğinde kurtarılan rehine sayısı 1300’ü bulurken, öldürülen rehineci bilançosu ise 1000 civarlarındaydı. Ve bu gün yıllar sonra Birleşmiş Milletler tarafından Dünya Rehine Günü olarak ilan edildi. Tabii BM’nin bu kararı aldığı sırada Suriye’de devasa boyutta gerçek bir rehine krizi yaşanıyordu. Karar alındıktan sonra Suriye’de İslamcı teröristlerin elinde bulunan 2000 rehine hayatını kaybetti. Suriye mevcut iktidarı düştü ve İslamcılar iktidarı aldı kısa süreliğine. İktidara gelen İslamcıların ilk icraatı ise Rehine Günü kutlamalarını iptal etmek oldu. Suriye’de bir süreliğine istediğini aldığını düşünen BM ise Rehine Günü ilanını kaldırmak zorunda kaldı.

Bir dönemin politik olaylarına istemeden yön vermiş bu ikili bir bakıma toplumdaki gerilimlerin ne kadar büyük boyutta olduğunun resmini çizmiş ve Suriye’deki İslamcılar iktidardan alaşağı edilirken gücü elinde bulan ilericiler tarafından gerçekleşen bir ara devrimin de ön koşulunu yaratmışlardı. Zaten sonrasında sosyalist devrimin de yolunu açan olaylar bu devrimle başlamıştı.

Tarihi elbette bu ikili yazmadı. Fakat sınıflı topluma geçmeyi öneren birkaç kişilik kendini bilmez sanatçı-akademisyen tayfasının tezlerine inat insanlık yeniden öldüğü, öldürüldüğü ve hatta rehin alındığı için öldürüldüğü o saçma dönemleri tekrar yaşamayacaktır. Bu ikiliyi ve 16 Nisan’ı hatırlayın yeniden ve hatırlatın. Sınıflı topluma geri dönülemez!

Gelecekten bildiren adam

Biz gibi

Sayfa 26

Saç tellerim can çekişiyor ruhunun altında
  Güzel bir gece
  Aşk gibi
Kirpiklerinle eziyor olsan da beni
  Onurlu bir seçim
  Emek gibi
Parmaklarınla yaptığım raks, hoş boğumlar
  Ritim!
  Vals gibi
Hisset çay bardağında duş aldığım zemini
  Tat..
  Elma gibi
Hatırla köprücüklerinde tökezlediğimi
  Hatırla
  Intihar gibi
Küllerim, buharlarım ve binlerceyim
İyileştiremezsin tenimi
  Sıfırla!
  Devrim gibi

Mihri Afitab

1 Haziran 2016 Çarşamba

Kadın bu, direnir

Sayfa 25-26

Ve işte hayat gerçeğe dönmeye başlamıştı. Gerçek neymiş diye soracaksınız, gerçek: birçoğumuzun başından geçen, her gün defalarca karşılaştığımız, yaşadığımız ve lanet olsun dediğimiz şeylerdi. Benim gerçeğim de lisans eğitimimi bitirip “nasıl iş bulacağım”, “nerede yaşamalıyım”, “beni bundan sonra ne bekliyor” gibi yığınla soruya cevap ararken kendimi ailemin yanına dönmüş bulduğumda başladı.

Okul bitmemişti aslında tam olarak. Osmanlı Tarihi alanında çalışmadığım sürece işime yaramayacak iki tane baş belası dersim vardı. Ne yapıp etmeli o dersleri vermeliydi. Zira içinde bulunduğum özel mülkiyetçi toplamın bana harcadığı bir emek vardı ve onlara emeklerinin karşılığını ödemem gerekiyordu. Velhasıl kendimi banka kuyruğunda, okuluma yığınla harç parası yatırmak için sıra beklerken buldum. Birileri duble yol yapmayı akıl etmişti ama bilimsel ve parasız eğitim hakkını es geçmişti. Birileri de o duble yollarda geniş geniş giderken bunun hesabını sormayı…

Evde de bir tabloyu açığa çıkardı bu durum. Eve geri dönmüş olmamla birlikte bir taraflaşma da açığa çıktı. Çok açık ve netti. Bir tarafta kız çocuğu dediğin “akşam hava karamadan evinde olur”, “içkili mekanlarda kızlı erkekli eğlenmeye gitmez”, “örgütlü mücadele vermez”, “onun ne ihtiyacı vardı paraya, karnı doysun, başını sokacak evi olsun yeter”, “zamanı gelince evlenir, çocuk yapar” vs. diyen, kadına; babasının kızı ya da kocasının karısından başka anlam yüklemeyen ve buna karşı çıkıldığında ahlaksız olmakla itham eden, hatta yeri geldiğinde fiziksel şiddet uygulamaktan bile çekinmeyenler… Diğer tarafta ise bunun tam karşısında duran, kadına önce insan olduğu için değer verenler...
Pekiyi, ne yapacaktım? Nasıl olsa devrimden sonra yeni insanı yaratacağız, bu gericiliğin kökünü kazıyacağız deyip, aile bireylerimin bu düzene teslim olmasına müsaade edemezdim. Onları bu karanlık zihniyetten uzaklaştırıp, buna mahkûm olmadıklarını, sınıfsız bir toplumu hep birlikte kurabileceğimizi ifade etmem ve bu gerçeklere onları ikna etmem gerekiyordu.

Mücadele etmeye birilerini ikna ederek başlamaya karar verdim. Kısmen başardım da. Tamamdı, güzeldi. Ama ikna edemediklerim? Bunu reddeden, kendisininkiler dışında başka düşüncelere değer vermeyen ve hatta dinlemeyen… Onlar ne olacaktı? Şurası ise netti: onların dayattığı yaşama mahkûm değildim. Eve kaçta geleceğime, ne giyeceğime, kazandığım parayla ne yapacağıma ve en önemlisi nasıl bir siyasi mücadele vereceğime başkaları karar veremezdi. Hayatta kalabilmek için onların yanında yaşamaya da mecbur değildim. Ayrıca artık yalnız da değildim.

Boyun eğmedim, ayrıldım. Bununla bitmedi tabii. “Bir kadın evlenmeden ailesinden ayrı nasıl yaşayabilir, el âlem ne der?” Baskı bitmedi. Aramalar, ölüm tehditleri, tacizler… Hepsi eve dönmem içindi. Bir kere kabul etmek, o gericiliğe mevzi kazandırmak demekti. Kazandıkları mevziyle başka insanlara da aynısını yapma cüretini onlara vermek demekti. Bunu yapmadım. Yapmıyorum!

“Benim hayatım, benim kararım” sığlığında bir yaklaşım değildi bu, benden sonrakilere dövüşme kuvvetini de kazandırmaktı. Savunulacak bir dünya varsa, onu yaratmak için küçük ölçekli hesaplaşmalardan da sağ çıkmak ana koşuldu. Sorun çözülmemiş olabilir fakat ailemdeki gericilik benim karşımda ağır bir darbe almış ve diğer bireylere dair davranışlarını sorgular hale gelmişti. Özgürleştikçe kadın, güzelleşmeye devam edecek dünya…

Kazazede

Bile

Sayfa 23-24

Dün, arkadaşlarla birşeyler içmeye gittik. Sahnedeki türkü grubu mola verince sigara için dışarı çıktık. Sokakta, gecenin bir yarısında çocuklar kâğıt mendil satıyordu, aldık…
Kullanmayacağımızı bildiğimiz için parayı ödedikten sonra mendilleri geri uzattık çocuğa. Reddetti. Dilenci değilim demek istedi. Hoşumuza gitti! Başkalarına satması, para kazanması niyetiyle ısrarla yine uzattık mendilleri, yine reddetti.
Çocukların Türkçe konuşmadıklarını fark edip urup etmez Arapçamla sordum:
- Intil Suriye?
Anneannemin, özlediğim Arapçasıyla cevapladı hemen:
- Ey.
Sorar gibi sıraladım:
- Şam? Halep? Lazkıye?
- Halep.
- Şu ismek?
- Mahmud. Şu ismik?
- Şevkiye.
Hafızamı kurcalayıp diyaloğu sürdürebileceğim kelimeler aradım, bulamadım.
O sıra Halepli Mahmud'un arkadaşlarından biri benden sürekli para istiyordu:
- Atıni 1 lira! Atıni 1 lira!
- Vallah mafi, dedim. Bir Arapça kelime daha kullanabilmiş olduğum için sevinmiştim.
Anneannemi hatırlamış, Arapça ile anneannem arasında kurduğum -doğal olarak başkalarının anlayamayacağı- alkollü bir duygusal karmaşadaydım ve zaten Arapçam yerlerde sürünüyordu, mekânın kapısında koruma görevlisi gibi duran toparlak adam ve yanındaki şık giyimli kadın çocuklara bağırmaya başladı:
- Gidin burdan be! Defolun!
Adam konuştukça küçülmüştü, kadın konuştukça çirkinleşmişti.
“Karışmayın kardeşim, biz konuşuyoruz, size n'oluyor?!" diyerek itiraz ettik.
Döndüm Halepli Mahmud'a. Ben birkaç cümle daha kurmak isterken adam çocuklara doğru seğirtti, sinek savar gibi kol hareketleriyle korkuttu, omuzlarından iterek uzaklaştırdı onları. Kadın, "her yerdeler ya!" gibi bir şeyler havladı.
Biz, daha bir öfkelendik, birkaç cümleyle daha karşılık verdik.
Grubun bağlamacısı coşmuştu. Bağlamayı öttürüyor derler ya hani… Gözlerimi tellerin üzerinde titreyen maharetli parmaklardan alamıyordum; bu sırada Suriye halklarının yaşadığı trajedideki Türkiye'nin payı vb. üzerine cümleler yuvarlıyorduk.
Aklımda Halepli Mahmud'un tavrı.
Masadaki arkadaşlardan biri, çocuklara bağırıp onları ite kaka uzaklaştıran kişilerin oturduğumuz mekânın sahipleri olduğunu söyledi.
Başımı çevirdim ve şöyle bir göz gezdirdim. Calvino'nun baygın gülüşlü portresinin yanında kızıl bayrak taşırken bakışlarında umut dalgalanan bir kadının resmi takıldı gözüme.
Yeni yaşamın yeni gülüşlerini yüklenmiş bazı gerillaların ve İspanya İç Savaşı'nda faşizme karşı savaşan komünistlerin sıkılı yumruklarını alın hizasına getirip poz verdikleri fotoğrafları da vardı duvarlarda. Çoğu öfkeli; ama umutlu, hepsi acemi; ama maharetli, hemen hepsi siyah beyaz; ama yepyeni bakışların fotoğrafları, resimleri...
Dalgalanan umutlu bakışlar, hiç gülünmemiş gülüşler, dostlarına selam verircesine sıkılmış ve diktatörlüğe karşı cüret eden yumruklar… Gülüşleri, bakışları, umutları duvarlara asıp Mahmud’dan esirgeyen; Mahmudlar’a hırlayan adamlar, kadınlar…
Çelişki midemi bulandırmıştı.
Aklıma Mehmet Eroğlu'nun “Kusma Kulübü” geldi.
Çıktım dışarı. Adam daha bir küçülmüştü, ayaklarımla ezebilirdim; kadın göz kapaklarının arasından solucan çıkarıyordu, boyası akan suratında irinli yaralar...
Midem dönüyordu; ağzımda acı bir tat… Yediğim içtiğim ne varsa yüklenmiş gırtlağımı zorluyordu.
Yaklaştım adama, kadına.
Kusmadım bile üzerlerine!

Şevkiye

Bina yöneticisini basın açıklaması yapmaya zorlayan ülke

Sayfa 21-22

İsmail Küçük, Mamak’ta, 306. Sokakta bulunan 8 numaralı apartmanın yöneticisi. Başından geçen olay Türkiye’nin gelmiş olduğu yerin küçük bir örneğidir aslında. Bir mail atarak derdini anlatan Küçük, mailin başına şu notu düşmeyi de unutmamış:
“Basının ilk defa böyle bir konu ile karşı karşıya kaldığının farkındayız. Her gün insanlarımızın öldürüldüğü, tecavüze uğradığı, bir sürü hak ihlalinin yaşandığı böyle bir süreçte önemsiz gibi görülebilir ama toplumun en temel haklarının, şirketlerin keyfiyetine emanet edilmesi ve şirketlerin keyfiyetlerinde sınır olmaması toplumda korku ve güvensizlik gibi endişelere neden olur. ”

Her şey bina bahçesinde atıl durumda olan elektrik direğinin kaldırılması talebiyle başlıyor.  Direğin sökülmesi için Başkent Elektrik ve Enerjisa şirketlerine defalarca talepte bulunuluyor. Haliyle talebin değerlendirileceğine ilişkin birkaç eposta alıyor Küçük. Bir süre birilerinin gelip direği sökmesini bekleyen apartman sakinleri, Küçük’ün liderliğinde bu sefer Sabancı Holding’e başvuru yapıyor. Tahmin edileceği gibi otomatik bir teşekkür cevabı alıyorlar.

Yılmayan bina yöneticisi, durumu Mamak Kaymakamlığına iletiyor. Kaymakamlık üzerine düşeni yapıp arkadaşların sorununu şirketle paylaşmaları gerektiğini belirten bir yardımcı mail gönderiyor. Bilgi edinme üzerinden başvuru yapılıyor bu sefer ısrarla. Bu yol aracılığıyla şikâyet önce Başbakanlığa, oradan Enerji Bakanlığına ve nihayet EPDK’ya ulaşıyor. Türlü badireler atlattıktan sonra bina sakinlerimize ‘ilgili şirkete bilgi verildiği‘ yönünde bir bilgilendirme yapılıyor. Şirket durumdan haberdar olmasına rağmen top tekrar Enerjisa’ya atılıyor. Tüm olanlara rağmen hala birilerinin gelip direği kaldırmasını bekliyor tabii ekibimiz.

Nihayet gardı düşen sakinlerimiz tekrar ‘bu konuda hangi kurumların yetkili olduğuna dair’ bilgilendirilmek üzere bilgi edinmeye başvuruyor. Tak şak EPDK’dan gelen yanıt: “Yeni bir işlem olmadığı için lütfen şikayetlerinize son verin.” Bu sürede alıştığımız üzere beklemeye devam eden apartman sakinleri direğin ilgili yerden kaldırıldığına dair Başkent Elektrik’ten mektup alıyor. Ne hacet ki direk durduğu yerde duruyor. Bir ara kontrolünü yitiren Küçük, başını direğe çarpıp test ediyor. Hastanede uyandığında direğin hala yerinde durduğunu kafasındaki sekiz dikişten sonra anlayan Küçük, bina sakinlerinden aldığı güçle bilgi edinme üzerinden tekrar şikayette bulunuyor.

E yani, bu şikâyet de aynı canavarlı yollardan geçerek EPDK’ya ulaşıyor. Aradaki bunca maceraya rağmen hiçbir şey olmamış gibi davranıp sakinlerimizin trip atmasına yol açan güzide kurumumuz ise aynen şu postayı atıyor: İlgili şirketin cevabına göre, şirket uygulamasının mevzuata aykırı olduğunu değerlendirmeniz durumunda gerekli bilgi ve belgelerle bu başvuru numaranız belirtilerek kurumu muza başvurabilirsiniz.” Emin olun anlatım bozukluğu şirkete aittir.

Haliyle, dayısı olan birine çattığını anlayan İsmail Küçük de durumu bir basın açıklaması yaparak duyurmak istiyor. Gönderdiği mailin son sözleri yeni Türkiye’ye hoş geldiniz dedirtiyor:
“Şirket kızarsa binamızın elektriğiyle oynarlar diye korkuyoruz. Başkent Elektrik ve Enerjisa’nın bu kanun tanımazlığından ve bunları denetleyecek herhangi bir birim olmamasından dolayı korkuyoruz.”

İsmail Bey, Biz özelleştirmelere karşı mücadele ederken ne yapıyordunuz acaba merak ediyorum. Yargılamıyorum, gerekli dersi çıkarıp çıkarmadığınız önemli de tarafımca...

Kakülü kaymış kaktüs

Pencere

Sayfa 20

Uzun zamandır uykusunun kaçmışlığı yoktu. Bedeninin ve ruhunun fabrikada yıpranması uykusunun kaçmasına pek imkan vermezdi Hüseyin’in . Bu gece, geçen gecelerden biraz farklıydı. Yalnızlığı değildi buna sebep. Alışkındı yalnızlığa fabrikada arkadaşları birbirlerini  görmezden gelir bunun sebebini pek düşünmezdi.

Ailesi yıllar önce terketmişti daha iyi bir yaşam için. Yalnızlık dert değildi Hüseyin için.  Daha fazla dayanamayıp yavaşca yatağından kalkarak kırık penceresinden ayışığının sızdığı odasında mutfağa yöneldi. Zamanı durdurmak için sigarasına uzandı. Herşeyden kaçmak günde kaç kere zamanı durdurmakla olacaktı bilemiyordu…

Kırk günlük bebeğin soğuktan donarak öldüğü haberi altyazıda geçerken  üstüne fazla durmamıştı. Gece aklına geldikçe, zamanı durdurmak istiyor, saatlere meydan okuyordu.

Kırk yaşındaydı Hüseyin. Her gün fabrikada ve evde, kırk kere ölüyor ve diriliyordu. Hergün biraz daha eksiliyor, biraz daha yok oluyordu yalnızlığında. Sigarasından sararan sakalını karıştırarak “kırk günlük bebek donarak ölürken neden yoktuk orada“ dedi. Neden diye sormamıştı bugüne kadar. “Yaşamak ve yaşatmak bu kadar zor mu” derken ilk kez cevap aramıştı kırk yıllık Hüseyin. Kırk günlük bebeğin ölümü kırk yıllık Hüseyin’in uyanışıydı.  İlk cevap arayışı aklını fikrini harman yerine çeviren anlık bunalımdan çıkmasına yardımcı oldu. Kırk günlüklerin ölmemesinin yolunun kırk yıllıkların göstereceği çabada olduğunu düşündü. Hüseyin’in yeniden doğuşuna eşlik eden güneşe karşı sigarasını ilk defa zamanı durdurma kaygısı olmadan yakabilmenin tebessümü ile penceriyi açtı. İçeri epey aydınlanmıştı…

Muhittin

Neydik ne olmuşuz

Sayfa 19

insan ki ne olacağını bilmeden koyulur yola,
bu yoldan dönüş yoktur oysa
kar yağınca sevinmez,
kar topu yüzünden adam vurur olmuşuz
saçlarımız ağardıkça boyar,
bir torba kömüre tapar olmuşuz
para bürümüş gözlerimizi,
başka bir şey görmez olmuşuz
döküldükçe yaşlar gözlerimizden,
rahatlamaz olmuşuz
yollar çoğaldıkça yolsuz,
paramızı cüzdanımıza koymaz olmuşuz
kalp kırmaktan zevk alır,
canımızı yitirmeye hazır olmuşuz
mini etek giyince namussuz,
mini etek giydirmeyince adam olmuşuz
sonra bir bakmışız; yok olmuşuz.

Kamerkâm

Başka dünyanın ülkesi: Küba

Sayfa 17-18-19
Küba'ya Seyahat I

Valizimi hazırlıyorum. Neredeyse her şey tamam. Tişört, şort, etek, iç çamaşırı, ayakkabı, şampuan, güneş kremi, birkaç aksesuar, kozmetik malzemesi, pasaport, bir kaç ıvır zıvır eşya daha. Ne olur ne olmaz, ee memleketimden o kadar uzakta, memlekete özlemle okurum diye belki biraz ona öykündüğümden yanıma aldığım Memleketimden İnsan Manzaraları.
Bu canavarlaşmış dünyada her gün yüzlerce insan, bazıları daha fazla kazansın diye, ölürken; insanca, özgür yaşayan ülke insanlarını anlamak kolay olmayacak benim için. Önce tarihi üzerine bir kitap karıştırıyorum. Jose Marti Küba Dostluk Derneği’nin yayımladığı bir kitapçık elime geçiyor: Küba Hakkında 100 soru. Yanıma alıyorum. “Soy Küba”yı ve “Nazım Hikmet’in Küba Ziyareti”ni izliyorum. Küba müziklerini dinliyorum. En önemli grupları Buena Vista Social Club, İbrahim Ferrer solistleri, mükemmel. Çok hoşuma gidiyor. Ankara’da Kübalı bir grup güzel müzik yapıyor; Küba gecesi, dans. Sanırım şimdi hazırım. Valizimi kapatıyorum. Saat 23.00. İstanbul havaalanı. Grup yavaş yavaş toplanıyor. Oniki kişi gidiyoruz Küba’ya. Birazdan Moskova’ya uçacağız. İçim içime sığmıyor. Uçağın kapıları açıldı. Görevliler birer birer içeriye almaya başladı. İçim buruk. İlginç neden acaba?
Saat 02:00. Uçak havalanmaya başlıyor. Üç saat Moskova’ya uçtuktan sonra yedi saat sonraki aktarmayı bekleyeceğiz. Tabi bu vakti Kızıl Meydan’da dolaşarak değerlendireceğiz. Kapitalist dünyanın saldırı araçları, reklam panoları ve kirliliklerinin bu denli sıklığına kızarak yürüyoruz. Sanki Sovyetler Birliği hiç olmamışçasına. İlginç. Biz daha iyisini yapacağız diyoruz. Aynı hataları yapmayacağız. Yaşadıkça insanlık ve döndükçe dünya, güzel günleri elimize almak için mücadele edeceğiz. İnsanlığın mirasını ve zenginliğini insanlık için var edeceğiz.
Ormanların içinden, nehrin kenarından geçerek trenle yeniden havaalanına geldik. Zaman aktı, kitaplar devrildi, finaller görüldü, uçak alçalmaya başladı. Hepimiz pencerelere yaklaştık. Küba’nın ormanlarını, güzelliklerini seyretmek için boynumuzu uzattık. Havaalanından çıktık Old Havana’daki “casa”larımıza ulaşmak için bir taksi ayarladık. Nasyonal palmiyeler iki tarafımızda gökyüzüne doğru yükselirken, şehrin merkezine doğru yol almaya başladık. İki tarafımızda ilerleyen yazılamaları ve çizimleri anlamaya çalışıyorduk. Devrimi koruma komiteleri tarafından yapılan çizimleri. Viva Sosyalizmo…
Vas Bien, hasta la victoria siempire, todo por la revalucion, Creemos que la caida,
 Fidel Camilo, Che, Jose Marti ve pek çok devrimcinin çizimleri, sözleri duvarları süslüyordu. Burası bambaşka bir yerdi. Ülkeye adımını atar atmaz hissediyorsunuz bunu. İnsanların hayatınızı kolaylaştırmak gibi bir dertleri var. Her şeyden öte insanlar yaptıkları işi seviyor, gözlerinden anlıyorsunuz. Gerçek bir gülümseme var.

Ben ve arkadaşlarım, yoldaşlarım şaşkınlıkla etrafı izleyerek kalacağımız yere geldik. Eşyalarımızı yerleştirdik. Duş alıp hızlıca hazırlandık. Old Havana’nın arka sokaklarında pizza yiyebileceğimiz bir yere götürdü ev sahibimiz. Gün devrilmiş hava kararmaya başlamıştı. Küba’ da hayat sokaklarda geçiyor sanki. İnsanlar gündüzleri dışarıda bir yerden bir yere giderken telaş içinde değiller. Kendinden emin ve güvenli görünüyorlar. Şakalaşıyorlar. Akşamları daha da hareketleniyor Havana sokakları. Açılmış kapılardan içeriye sokaktaki müzisyenlerin canlı ezgileri doluşuyor, bu etki insanda bir canlılık yaratıyordu. Eğleniyordu Kübalılar.
Küba,  bir ada ülkesi olması nedeniyle sınırlı yer altı zenginliğine sahip. Altmış yıllık ABD ambargosu.

Sovyetler Birliği çözüldükten sonra Küba halkı on yıl boyunca büyük sıkıntı yaşıyor. Tüm yakıtlı araçlar petrol olmadığı için oldukları yerde kalıyor yıllarca. Toprağı ekip biçemiyor. Fakat  eşit ve özgür yaşamaktan, birlikte çalışıp birlikte yemekten; sosyalizmden vazgeçmiyor. Ekonomilerini hareketlendirmek için  Latin Amerika ve Afrika ülkeleriyle ilişkilerini geliştiriyor. “Ülkede turizm” ve “kent bahçeleri” gibi projelerle yıllardır süren kuşatmaya, saldırıya göğüs geriyor. Hayvanlar açlıktan zayıflıyor. Son dönemde yeni ekonomi politikalarıyla birlikte, devlete kazandıklarının önemli bir kısmını ödemek koşuluyla, halk arasında belirgin para birikimi oluşturmayacak şekilde, küçük işletmeler açabiliyorlar. Bu yerler genellikle evlerinin bir bölümünde ve önemli bir çoğunluğu turistler için. Küba halkı daha çok yerel peso geçen, devletin işlettiği yerlerden çok çok daha ucuz yerlerde yemek yiyor. Ev sahibimiz bizi  bir restoranta götürüyor. Sahibinin adı Fernando’ydu. Yeşil masa örtüsü üzerine kırmızı gerbera çiçeği konmuş dört masalık mekana doluşuyoruz.  Yemek yediğimiz yer bir evin alt katı, kısıtlı İspanyolcamızla yemek siparişimizi veriyoruz. Pina colada içip pizza yiyeceğiz. Yemek oluncaya kadar kapının önünde sigara içmeye karar verdik.

Kapıda sigara içerek ilk izlenimlerimizi konuşuyorduk. Restoranda çalışan birisi geldi. Tanıştık. Adını hatırlayamıyorum. İyi kötü anlaşmaya çalışıyoruz. Kübalı dostumuzla sohbet ederken bir üst sokaktan düdük sesi geldi. Polisler geçti, bir an tedirgin olduk. Oysa rutin bir şeymiş. Neden gerildiğimizi Kübalı dostumuz anlamadı. Hemen dökülmeye başladık. Ülkemizde çocuk cesetleri sahile vurur. Polisler hükümet karşıtı eylemlerde hedef gözeterek çocukları gaz fişekleriyle başlarından vurur. Hatta ülkemizde yer altı zenginliklerimiz çoktur. İnsanlar madenlerde güvencesiz çalışır. Soma’da ‘300’ yurttaşımız hayatını kaybetti. ‘Baş sağlığına’ gelen bakanın yanındaki korumaları, öl(dürül)en işçi yakınlarına aymazca tekmeler savuruyor. Hatta arkasından devlet memuruna mukavemetten dava bile açılıyor. Anlatmaya çalıştık. Anlayamadı.
Kübalı dostumuz dehşet içinde bizi dinledi. Küba’da  insan hayatının ne kadar değerli olduğunu anlattı: “Burada üstsüz dolaşmak yasaktır. Polisler bu kişileri uyarır. Polisler makelonda denize yüzünü dönen insanları düşme tehlikesine karşı uyarır. Burada polisler insanları korur. Çocukları hepimiz koruruz. Onlar bizim geleceğimiz, umudumuz. İnsanca yaşanacak Dünya’yı kuracak olanlar onlardır.“ Birbirimize baktık. İnsanca yaşanacak dünyayı kurmak için somut örneğe gerek yoktu belki. Sosyalizm insanının temizliği, bu somut örnekte geçireceğimiz yirmi üç günün her dakikasının önemini bir kez daha hatırlattı, sosyalizme olan inancımızı bir kat daha pekiştirdi. Gözlerinin içi parlıyordu.
Vas Bien!
Devamı gelecek…

Zoe

Yalnız insanlar senfonisi

Sayfa 16

Yalnızlık neydi? Belki de içine itildiğimiz karanlık havanın buğulu ve gerici yağmurunda her telden insanın düşündüğü bir soruydu. Umutsuz, karanlık, sessiz…
Mülksüzlük ve parasızlık hissinin getirdiği bireysel hüzün.
Sermayedar tv programlarında elenen tatlı yarışmacının acısı, boşluk ve daha bir çoğu..

İşte bu senin tanımındı küçük burjuvazi! Kapitalist düzleme ayak uydurmaya çalışan ve oportünizmin kaygan zemininde düşmüş, bir daha da kalkamamış, daha doğrusu kalkmaya niyeti olmayan çıkarcı-yapmacık bu düşünce, şu günlerde yalnızlığı böyle tanımlar.

Hayır, hayır okumaya devam et lütfen.

Tohumlar bile yalnız ekildi, yalnız filizlendi, yalnız serpildi. Devrim çocukları bir taneydi, milyarlarca bir… Nar ağacı misali. Sosyalizm gövdesindeki birler aynı zamanda milyar taneydi. Her büyük mücadele ise yalnızca bir adımla başlar. Tek adamla değil! Bu delilik olur öyle değil mi?

Devrim silsilesinde halklar yalnızdı. Örgütlü bir yalnızlık, güçlü bir fikir, yalnızca tek bir amaç; tek ve eşsiz..  O halde gündemi patlatmaya uğraşan ucuz güçlerin kitle iletişiminde kullandıkları yandaş araçlarla bizlere yalnızlığın tanımını çıkar ilişkisi içinde iletmeye çalışmalarına şaşmamalı. Şaşılmaması gereken diğer bir konuysa "daha çok sermaye daha az yalnızlık" fikrinin zincirden bir tasma oluşudur. Bu, bana Fight Club'tan şu repliği hatırlatır sürekli: "sahip oldukların sonunda sana sahip olur" ve kaybedecek bir şey kalmadığında bir nebze özgürlük hissedilebilir. Dünyaya sahip kadar zengin, fakat bir parasız olduğunu anlayacak kadar bilgin…

Emek gücünün sonsuzluğa uzanan  ve milyonlarca bir'inden biri olan saf yalnızlığı illa bireye mi devşirelim diyorsun? İndirgeyelim o vakit. Birde  böyle deneyelim. Bu düşünce, bahsettiğimiz kavramı ölüm ile aynı potaya sokar.

Ölüm kadar soğuk, ölüm kadar solgun ve ölüm kadar unutkan.. Belki de en büyük darbe buydu bireysel düşünen insana. Çünkü yalnızlıktan daha büyük ölüm var mıydı dünyada?

Sev û Hinar

Aydınlık dünyaya ne kaldı?

Sayfa 15

Aydınlık bir dünya, umutlu yarınlar ve insanca bir yaşamdır yarından beklediklerimiz. Emeğin sermayenin boyunduruğundan kurtulması, çocukların özgürce şarkılar söyleyebilmesi, sosyalizmin ışığında geleceği görebilmesi içindir tüm bu sıkıntılarımız, iç çekişlerimiz…

Işığın daha yoğun olduğu, çiçeklerin açtığı ve yazın yakınlardan göz kırptığı şu demlerde gelecek güzel günlere olan inancımız tazeleniyor. Onurlu kavgamız, bundandır hep. Selamlarımız yanlışı görüp de susana değil, bize bu yolda yoldaş olana, yalnız bırakmayan tüm dostlara, emekçileredir. Gerek içte, gerekse dışta olsun, zorlu gidişat; onurlu yaşamın müjdecisidir. Aydınlanma mücadelemiz tamda bu bakımdan önemli. Gericilik ne kadar çetinleşir, İslamî ve ırksal faşizm ne kadar gürlerse başarı o kadar yakın demektir.  Bir gün yağmur dinecek, deliler tımarhaneye postalanacak, uyuyanlar uyanacak esaretten. Yok yok biz bayağı yakınız.

Nedense Şêrko Bêkes'in şu mısraları dank ediverdi aniden:
Bir kulağı sağır olan bir başkent vardıHiçbir şey duymak istemediğindeSağır kulağını dünya çeviriyordu!Bir gözü kör olan bir tarih vardıHiçbir şey görmek istemediğindeO gözle dünyaya bakardı!Bir gün dünya zorlandı kağlam kulağındaPetrol kuyusunu patlattı ve Sağlam gözünde de ateşini söndürdü!

Tuya Gümüşsoy

Bir Taksim klasiği

Sayfa 13-14

Günlerden Pazar, yapacak pek iş olmadığından oldukça uyumuştu o gün Mahmut. Oldukça dediysek, kalktığında saat 11’i ancak geçiyordu. Haftanın yorgunluğunu bir Pazar sabahı tembelliğine sıkıştırma çabası mutfaktan gelen seslerle kesildi. Haftada 5 gün okul, 3 gün barda garsonluk, 2 saat ise tembellik. Ritüelin böylesi önemli bir kısmı kesintiye uğradığından olacak, biraz da sinirle mutfağa gitti.
Öğrenci evini paylaştığı Kamil’in kırdığı bardak yerde parlıyordu. “Lan oğlum sabah sabah nasıl becerdin yine iş çıkarmayı?” diye çıkıştı.

Kamil sakin bir şekilde, “Ya bir dur önce bir süpüreyim sonra başla laf etmeye.” dedi.
Yeni arkadaş değillerdi, bardağın lafı da olmayacağı için olay, büyümesi imkânsız bir gerginlik ihtimaline dönüşerek odayı terk etti.

Mahmut, Kamil’in çoktan kahvaltısını yapmış olduğunu, anında bilgisayarın başına geçtiğinde fark etti. “Kaçta kalktın sen? Ne ara yaptın kahvaltıyı da oturdun bilgisayarın başına?” diye sordu. Kamil’in durgun yüzü ve gecikmeli cevapları meşgul olduğunu söylemesine gerek bırakmamış olsa da Kamil kibar adamdı, “Çeviri var abi, sınavlardan ancak bakabildim. Bugün son gün. Onu bitirmem lazım.” diye cevap verdi.
Yeni kalkmış olmanın getirdiği mahmurluktan mı yoksa halden anlamazlıktan mı bilinmez, Mahmut gitti önce televizyonu açtı sonra da çekti bir sandalye. Oturduğu andan belli olacağı üzere başladı konuşmaya yine, “Ne çevirisiymiş ki o?”
Kamil olayın farkına varınca derin bir nefes aldı, bilgisayarı az ileri ittirerek içine çekildiği bu muhabbete dahil olmaya karar verdi.
“Sözleşme metni, geçen yaz staj yaptığım fabrikanın sekreteri yolladı. Sağolsun hâlâ düşünür, iş oldu mu atar öyle.”

Ama Kamil yeni uyanmışlığın getirdiği tüm hakları sonuna kadar kullanmaya kararlı bir şekilde evlerinin sevimli mutfağını ortalama bir taşra kahvehanesine çevirmeye devam etti. “Ne iş? Fabrikayı mı satıyorlarmış? Kaç para la denkleştirirsek biz alalım bari” dedi. Sabah sabah esprisini de yapmıştı, keyfi yerindeydi.
Kamil hâlâ sakin, hâlâ ağırbaşlı, “Yok abi senelik sözleşme yeniliyorlar. Mal satışı falan işte. Ben satmıyorum ya, çevir diye verdiler. Detayını da bilmem.” dedi. Mahmut’un gözü İngilizce kelimeler arasında gezinirken 16 milyon dolara çarptı. “Kaç para verdiler lan sana stajda bunlar geçen sene?” diye sordu.
Kamil’in aldığı ücret saat başı 4 lira idi, çevirdiği metinden de verseler bir 200, şirketin Kamil’e getirisi en iyisinden bir 600-700 lirayı buluyordu. Mahmut uykulu kafasında 16 milyon lirayı 700’e bölmeye çalışırken gözlerini odada gezdirdi.

Televizyona geldiğinde sanki yıllardır beklediği buymuş gibi çığırdı, “Oha lan bugün 1 Mayıs mı?”.
“He.” dedi Kamil, “1 saat oldu polis müdahaleye başlayalı. Taksim yine hengame.” konuşurken bir yandan yapmaya niyetlendiği menemen için domatesleri kesiyordu.

Kamil’in babası sendikalıydı, çocukluğunda babasından bekleyip de göremediği ne vardıysa hepsini sendikaya yıkmıştı lisede bir ara. Ondan sonra yeniden açmadı olayı. Ama sendika nezdinde önce solculardan, sonra ise siyasetten yaka silkmişti. Babasının kısa bir süre kendisini maruz bıraktığı üniversite anıları da üzerine binince, değil siyasete yanaşmak oturup konuşmaktan bile çekinir olmuştu. Konuyu geçiştirmek için Mahmut’tan biber ve yumurta istedi.

Mahmut ise sinir bozuculuğunun sınırlarına yaklaşıyordu, konuda ısrar ederek “Lan iki kuruş maaş veriyorlar bir üçüncüsünü vermemek için her sene adam mı dövülür böyle!” dedi. Zuladan çıkardığı bir iki küfrü de ekledi cümlenin sonuna. Kamil eline bulaşan sebzeleri de göz önünde bulundurarak lavaboya diye kaçtı. Mahmut kendi kendine de olsa yüksek sesle devam ediyordu konuşmaya, “Lan aslında biz de gidelim. Vallahi gidelim. İki gün sonra mezun olsak alacağımız iki kuruş para yine bu hallere düşeceğiz.”
Yanmayan lamba ile uğraşan Kamil nihayet karanlıkta elini yıkayıp geldi. “Bugün bir ampul alıp gelsen? Hem paran varsa deterjan da al, şuradan para alınca hallederim.”
Cevaptan önce telefonun sesi geldi. Annesi arıyordu Kamil’in. Telefonu açtı, saniyeler sonra yüzü ifadesini yitirmiş, bir insan yüzünün tüm kanı çekilmeden ne kadar beyazlaşabileceğini denemeye girişmişçesine beyazlamıştı.

Mahmut telaşla, “N’oldu lan?” diye sordu.
Telefonu yavaşça kapatırken sessizce konuşuyordu Kamil, “Babam, Taksimdeymiş… Hastaneye kaldırmışlar şimdi.” dedi.
Mahmut jet hızıyla kanalı değiştirip Kamil’in yanına gitti. Evdeki son yumurtaları da ocakta unutup yakan Kamil, sendikaya olan nefretini bilemeye devam ediyordu o sırada…

Tarık Arpacı

İlk buluşma

Sayfa 11-12

Yaz aylarında zaten kullanışlı olmayan ev, üç gündür süren tadilattan dolayı iyiden iyiye dağınık ve toz kir içindeydi. Nemli, boğucu bir havada, gayet rahatsız bir salonda alnından aşağı akan terin verdiği his dışında hiçbir şeyi düşünmediği sırada annesi mutfaktan Cihangir’e seslendi.
- Cihangir, ustaların çayını götür.
Cihangir kalkıp mutfağa girdi. Tezgâhta üzerinde şeker ve bardaklar olan tepsi ile çaydanlığı alıp bahçeye ustaların yanına geçti. Mustafa ve Hikmet portakal ağacının gölgesinden faydalanacakları bir yere oturmuş dinleniyorlardı. Yemeklerini az önce yemişler, çaylarını bekliyorlardı. Cihangir yanlarına oturup çayları doldurdu ve ustalara uzattı. Bir sigara yakıp konuşma açma isteğiyle klişe bir soru sordu.
- Kaç günlük işimiz kaldı Mustafa Usta.
- Senin odanda az bi yer galdı. Ondan sonra mutfağa geçerik, yarın da salonu hallettik mi tağamdır. Bi buçuk günlük işi var buranın daha senin anlayacağan. Bahça da bi güne biter. Etti mi sana iki buçuk gün?*
- Burayı Hagan Usta yapacaadı, bizim iş içeriyi halledince biter. dedi Hikmet.
- Sen Hagan’a çoh da bel bağlama. dedi Mustafa. O anca iş bağlasın, işi hep beraber yapacağaz deyip bize yığsın. Lafa gelince aha bu ekistreyi üçümüz yapacadık. Bu bahça da bize galır sen merahlanma.
- Olmaz! Benim pazara ağaç dikme etginliğim var. dedi Hikmet.
Mustafa yüzünde alaycı bir ifadeyle ayağa kalktı.
- He ya, ağaç dikme şeyin var senin. Heç olur mu?* Ben içeri girem şu galan işe başlayam. diyerek içeri geçti.
- Hayırdır, ne etkinliği bu Hikmet Usta?* dedi Cihangir.
- TEMA’cıyım ben, böyle arada otobüse doluşur yokarı taraflara ağaç dikmeye giderik, seviyom bende dağ, taş, bayır gezmeyi.
- Ne güzel, doğa ile iç içe, hem ağaç da dikiyon. Bundan güzel uğraş mı olur.
- O da ney ki, bunların yemekli toplantıları da var. Ayda en az bi iki kez toplanıyolar. Otuz lira aidat veriyom. O yemeği dışarda yemeye galksan yüz liradan aşağı gurtulaman. Çorbası, pilavı, etlisi, tavuklusu, türlü türlü yemekler bu açık büfe şeyinden, hem içkili de bu yemekler haa.
- İyiymiş abi, hiç o şekilde düşünmemiştim bak.
İkinci çaylar içilmeye başlandı. Hikmet’in keyfi gayet yerinde, bir sigara yaktı.
- Tabi canım, böyle derneklere üye olacan. Yeşilay’a da üyeyim ben bagh.
- Nasıl yani?* diye sordu Cihangir şaşırarak.
- İşte oranın aidatı da aylık on lira, ama yemekler şahane. Orda da her türlü kardasın. Gerçi içki yogh, yemekte sigara da içemiyon ama ossun.
- Eee, yani şimdi sende abi.
- Hem bizim garıyla ufaklığı da götürebiliyom oraya, on liraya üç kişi, oh mis gibi yemek valla.
Bu hafif tombul, güleç yüzlü adam Cihangir’in hoşuna gitmişti. Enteresan bir adamdı bu Hikmet. İşini keyifle yapan, yemeğini yerken de, çayını içerken de, sigarasını tüttürürken de bu keyfinden hiçbir şey kaybetmeyen biriydi. Hikmet’i biraz daha tanıma isteğiyle söze devam etti.
- Hikmet abi, senin yaşın genç daha, hangi ara evlendin de çoluk çocuğa karıştın?*
- Yirmi. Yaş oldu yirmi dört, goca adam olduk. Evlenmeyip ne yapacan. Sen okuyon ya sana belki erken gelir böyle şeyler ama bizim gibiler için geç bile sayılır. Gerçi bana galsa daha beklerdim. Evlilikte gözüm yoodu ama anam tutturdu evlen diye. Ama şimdi iyi ki de evlenmişim diyom.
- Yengeyi seviyon bayağı o zaman?*
- Sevmem mi, bana hiç ilişmez, ekistreler çıkar ahan böyle ses etmez, ağaç dikmeye giderim, nereye demez, arkadaşlarla arada kayfeye giderim, nerde galdın demez. Daha ne olsun.
- Nasıl tanıştınız peki?*
- Ha, bagh o günü hiç unutmam. Bizim teyze gızı var Aliye, anam tutturunca evlen de evlen diye, bu da dedi böyle böyle bi gız var. Bi Pazar gedin oturun bi yerlerde, bi çay için dedi. Bende olur dedim, ne olacak gedip görem. Bu ırmağın kenarında bi gafe var hani sekinin orda bildin mi?*
- Bildim, Dilber kafe, arkadaşlarla arada gideriz. Güzel yerdir.
- Hah işte, oraya gettik. Ben, Müzeyyen bi de teyze gızı Aliye. Dört sene önce bagh, hiç unutmam, o zaman benim yevmiye yirmi lira. İki hamburger, üç çaya on sekiz lira saydım. Ulan ne pahalı bi yermiş ora öyle. Dedim ben bu parayı ödediysem, aha bu garıyı gendime alırım. Zaten o dışarda yediğimiz son yemek oldu.
- E abi, üç kişi, iki hamburger üç çay?*
- Hamburgerin parasını görünce ben söylemedim gendime, onlar yedi ama olsun, dışarda yemiş olduk. Artık işte böyle Yeşilay yemeklerine gidiyoz. Başka türlü nerdee gidecen dışarda yiyecen.
Hikmet gülerek, Cihangir’e bakıyordu. Cihangir hafifçe gülümseyerek çayını yudumladı. O sırada Mustafa Usta içerden seslendi.
- Hikmet, kes çene çalmayı da, harç gar hadi.
Hikmet elindeki çayı hızlıca bitirip içeri girdi. Bir yandan harç kararken bir yandan bir türkü tutturdu, işine kaldığı yerden devam etti.

Ceyda

Başkalarının hayatı

Sayfa 10
Yorgun bir halde girdi evine, kendini kanepenin üzerine bıraktı. Başı ağrıyordu. Yüzün üzerinde görüşme yapmıştı. Tersleyen müşterileri yanıtlamaya çalışınca görüşmeler uzun sürüyor, günlük performans hedefini tutturamıyordu. Hep beni buluyor diye düşündü. İki gün sonra sevgilisiyle birlikteliklerinin birinci yıldönümünü kutlayacaklardı. Umarım unutmaz dedi kendi kendine, uykuya daldı. Sevgilisinin o esnada en beğendiği elbiseyi almaya çalıştığını bilmiyordu.

İki gün sonra birlikteliklerinin yıl dönümüydü. O elbiseyi bir tek bu sitede bulabilmişti ama siparişi veremiyordu bir türlü. Son adımda "Lütfen bekleyiniz" yazısı çıkıyor, ne kadar beklerse beklesin işlem tamamlanmıyordu. Hep beni buluyor diye düşündü. O esnada sitede hiç bir kullanıcının sipariş veremediğini bilmiyordu.

Artık ekrandaki tüm harfler birbirine karışmaya başlamıştı. Tüm gün aralıksız çalışmış, resmi mesai süresi biteli bir kaç saat olmuştu. Devreye almaya çalıştığı yeni özelliğin yük testlerini ne yaptıysa bitirememişti. Test bir aşamada kilitlenip kalıyor, testi yeniden başlatması gerekiyordu. Artık daha fazla devam edemeyecekti. Gündüz bir de bankadan aramışlar, sıkı bir kavga etmiş, ağzına geleni söylemiş yine de siniri geçmemişti. Başı ağrıyordu. Hep beni buluyor diye düşündü. Yeni özelliği devreye aldı, testini yarın tamamlarım artık dedi kendi kendine. Şirketin iki hafta önce satın aldığı tüm sunucularda, işlemcilerdeki üretim hatasından kaynaklanan aynı sorunun yaşandığını bilmiyordu.

Dünyanın en büyük işlemci üreticilerinden birinin fabrikasında çalışıyordu. Her gün binlerce işlemci üretiyor, dünyanın dört bir yanına gönderiyorlardı. Otomatize edilmiş testleri yapıyor, testi geçemeyen ürünleri ayırıyordu bir kenara. Artık kendisi de otomasyonun bir parçası gibiydi, neredeyse düşünmeden yapıyordu işini. Ve bu sırada başka bir çok şey düşünüyordu; hayatını, eşini ve çocuklarını, başka bir ülkeye gitmeyi, intihar etmeyi. Ama en çok da elinden geçen işlemcilerin hikayelerini hayal etmeyi seviyordu; kim bilir nerelerde, ne işler yapan bilgisayarlarda kullanılıyordu. Eşinin çalıştığı tekstil atölyesinde diktiği elbiselerin daha fazla rağbet gördüğü aklına gelmiyordu hiç.

Çetin Ceviz

Böyleyken böyle

 Sayfa 9
Şarkılarımız varoşlarda sokaklara çıkmalıdır. 

Şarkılarımız bir tek yüreğin 
perdeleri inik kapısı kilitli evinde oturamaz! 
Şarkılarımız rüzgâra çıkmalıdır...*
Güzel özetlemiş. Fikirlerimiz. Bizi biz yapana doğru götüren, dünyayı döndürmemizi sağlayan, algılarımızı akıştıran fikirlerimiz. Kapitalist modernitenin -her burjuva icraatında olduğu gibi- yozlaşmasının, kendini üretemeyecek noktaya gelmiş olmasının kahrolası sancısı içinde biz hala sloganvari ve atasözleriyle ‘düşünen’ bir toplumuz. Hal böyleyken fikirlerimiz, yaşama şansı ‘bulamayacağı’ için çoğu zaman, henüz fikirken, ölür.

Üretme kabızlığına ne çare? Sarıgül değil elbette. Görünmez bir sınıf yaratmış da oldu bu fikirsizlik hali ve üretim kabızlığı. Aslında umutsuzluğun da dışavurumudur bu durgunluk. Bunları tersyüz etmek için, evet, fikirlerimiz sokaklara çıkmalı, rüzgâra çıkmalı. İnsana çarpmalı kıyıya vuran çocuk cesedi gibi…

Şiirlerimiz şarkılarımıza ilham, mücadelemiz insana öykü, öykülerimiz sınıfa umut olmalı. Yazmalı. Çizmeli. Tartışmalı. Saçmalamalı. Şiirlemeli mesela ortalık kan gölüne dönmüşken ülkemde. Bombardımana bombardıman. Sınıfa karşı sınıf. Bombaya karşı umut. Ölüme karşı şiir. Cihada karşı sosyalizm…

Bizi bir araya getiren gerekçelerimiz bunlardır. Elimizdeki üretme olanaklarının tümünü ardına kadar kullanmalı ve yola çıkmalıyız. Umutsuzluk yok! Yılmak yok öyle. İnsan var olduğu sürece, sürecek bu kavga. Kavganın öznesi var ve dimdik ayaktadır. Lakin nesnesi henüz görünür kılınmış değil.

Yeni üretim ilişkilerinde durumu tekrar değerlendirmek üzere… Şimdilik sınıfta kalın. Ah elbette sınıftan kasıt Mamak İmam Hatip Ortaokulu 5-A sınıfı değil.

Elinizdeki, atıştırmalıktır. Afiyet olsun.

Cemgillerden Cemil
_____________
* Gidin araştırın la azıcık.

Umudu göremeyen hüzün

Sayfa 4

Lokum Bey

Suriyeli çocukların kurşun askeri yok, çünkü onlar “asker”

Sayfa 7

Beş yıldır korkunç bir savaşın sürdüğü Suriye’de 300 binden fazla insan yaşamını yitirdi. Kuşkusuz bu acımasız savaşın en büyük kurbanları küçük çocuklar.
Bu konuda açıklanan sayılar tüyler ürpertiyor. Hem Suriye insan Hakları Gözlemevi’nin hem de UNICEF’in verilerine göre 15 bine yakın çocuk bu savaşta can verdi. Hayatta kalabilen çocuklardan 6 milyonu savaştan olumsuz olarak etkilendi. Annesiz babasız kalan en az 8 bin çocuk tek başlarına komşu ülkelere sığındı. 38 bin çocuk ise ailelerinin sığındıkları ülkelerde dünyaya geldiler. 3 milyon Suriyeli çocuk okula gidemedi, hala gidemiyor. Savaştan etkilenen Suriyeli çocukların sayısı Lübnan’da 500 bin, Türkiye’de 350 bin, Irak’ta 75 bin, Mısır’da 60 bin. Çocuklardan birer nesneymişlercesine rakam olarak söz etmek ne kadar acı verici.
Hayatta kalabilmeyi, şimdilik, başarabilmiş Suriyeli çocukların tüm yaşananlara rağmen, savaş yüzü görmemiş başka coğrafyalardaki akranları gibi oyun oynamaya, oyuncaklara ihtiyacı var. İçinde bulundukları durum ne olursa olsun her çocuk gibi onlar da oyunlar oynama devam ediyorlar hala. Büyüklerin acımasız dünyasında oyuna sığınmak durumundalar. Kendileri için “tasarlanmamış” bir dünyada oyunları sayesinde kendi “dünyalarını” oluşturuyorlar.
“Oyun” tam da bu zaten. Öncelikle büyükleri kopya etmek oyun dedikleri. Büyüklerin yaptıkları, çocuk dünyasında sadece bir görüntüden ibaret. “Gibi” yaptıkları için savaş oyunlarında canları yanmaz, saklambaçta gerçekten kaybolmaz çocuklar. Suriyeli çocuklar için de böyle.
Özellikle erkek çocukların, Eski Yunan ile Roma dönemindeki akranları gibi oyuncak askerleri sevdiğini söylemeye gerek var mı? Bu iki eski medeniyetin çocukları oynayacak oyuncak askerlere sahipti denir. İçine oyuncak askerler doldurulmuş Truva atına benzer bir oyuncak ata rastlanmıştır arkeolojik kazılarda. Çoğu bu kadar eski bir oyuncaktan yoksun Suriyeli çocukların. Ama taklitçi çocuk aklı için sorun mu bu? Kendileri asker olur, öyle oynarlar oyunlarını. Suriyeli çocuklar da böyle yapıyorlar. Korkunç bir savaşın içinde “savaşçılık” oynayan çocuklar bunlar.
 

Gördüğünüz fotoğraflar Suriye’nin şimdi neredeyse tamamen yıkılmış Humus kentinde çekildi. “Savaşçılık” oynarken ölmüş(!) bir askerin tabutunu taşıyorlar sözüm ona. Diğeri daha ürperten bir oyun. Yine “ölmüş” bir askeri gömmece oynuyorlar. Gördükleri her şeyi taklit eden bu yavruların oyun için başka malzemeleri yok. Binlerce akranlarını gelip bulan ölüm, onlar için oyun. Savaşın “oyun” olmadığının farkına asla varamayacaklar, öldükleri anda bile.
 Bunlar, eğer ölmedilerse babalarının eve her gece sağ gelmesini bekleyen çocuklar. Bu oyunu oynadıkları sırada kaçı anne ya da babalarını kaybetti kim bilir. Gerçeklik algısı zaten büyüklerinkinden farklı olan çocukların dibine kadar içinde yaşadıkları savaşı algılamaları böyle oluyor.
IŞİD’in toplu infaz törenleri de bu çocukların “oyunlarından” biri. Kafa kesmece de çok yaygın bir “oyun”. Travmanın dışa vurumu onu bir oyun gerecine dönüştürmek demek ki. Tanık olduklarının kendilerinde yarattığı korkuyu ifade edebilecek, dolayısıyla o korkuyu alt edebilecek donanımı, gücü yok bir çocuğun. Yapabileceği en iyi şey o tanıklığı oyuna dönüştürmek, oyunu da dilediği gibi yönlendirebilmek. O nedenle bütün oyunların sonu mutlu biter. Kafa kesmece oyununun sonunda, “esirler” kafaları kesilmek üzereyken “Suriye askerleri”nce kurtarılıyorlar örneğin. Gerçeklikte bulunamayan “mutlu son”u hayali oyunlarda bulmak bir çocuk icadıdır zaten.
 Savaşta annesini, babasını, kardeşini kaybeden ama kendisi hayatta kalabilen Suriyeli çocuk her şeyden önce bir “psikolojik kurban”. Onu bu durumdan kurtaracak herhangi bir terapi olanağı ülkesinde yok. Başvuracağı tek aktivite oyun. Bunun için oyuncaklara ihtiyacı var.
Bulamadığı için de kendisini “oyuncak” yapmaktan başka çaresi yok.

Mustafa K Erdemol

Okuru selamlamak niyetine…

Sayfa 5-6
--------------------------------------------------------------------------------------------
Aziz Nesin bir yazısında bu coğrafya insanının soyut düşünme konusundaki eksikliğinden bahseder1 . Bu eksikliğin temel sebebi ise bu coğrafyanın göçebe topluluklar diyarı olmasıdır der. Öyle bir göçebelik ki bu son iki yüzyıldır şehirleşen toplumumuzdaki gelişen yerleşik hayata rağmen halen üstesinden gelememişizdir. Bizim kültürümüzde yazlık, kışlık kavramı vardır örneğin. Yaşamımızı buna göre biçimlendiririz. Özellikle esnaf ve memurlar yaz gelip de okullar tatil olduğu zaman yaylalara göçerler. Kış gelince de şehir merkezlerine. Mevsimlik işçiler örneğin, yazın Çukurova’nın verimli topraklarına pamuk için, Karadeniz’in yeşilliğine fındık için giderler. Kışın yeniden yaşadıkları yerlere dönerler. Alışamamışızdır bir şekilde yerleşik hayata. Bu sebebin oluşturduğu eksikliği de en iyi dilde görebiliriz der yine üstat. Öyle değil midir?* Eğer soyut düşünebilen bir topluluk olsak, bu dilimize ve kullandığımız kavramlara yansırdı. Ancak göçebeliğin vermiş olduğu hareket bizi somut ve pratik düşünmeye zorladığından, fiilden yani hareketten türetilen kavramlarımız oldukça fazla. Birde bunun üzerine harf devrimi ile birlikte yeni kavram üretme ihtiyacıyla girişilen yolun önünü alamama sonucunda saçma sapan bir yığın türetilen anlamsız kavramlar ve halk kullanmadığı için bu kavramların içinin doldurulamaması ve zenginleşememesi sonucu bugüne gelmiş bulunmaktayız.

Dilin gelişimi için üzerine oturması gereken bir üçlü sacayağı vardır muhakkak her olgu da olduğu gibi. Dil için bu ayaklar; bilim, sanat ve felsefedir ki geldiğimiz noktada bu ayakların ne kadar dayanıksız olduğunu yakın zamanda teknolojimizi Nasa ile kıyaslayan yöneticimiz dile getirmiştir aslında. Tabii belirli kazanımlarımızda yok değildir, o kadar da kendimize ağır eleştiride bulunmayalım. Nasa’nın bu yöneticimize açıklamalarından dolayı bir cevap vermiş olması belki de bu kazanımlara dikkat çekiyordur.
Böyle bir giriş üzerine, elinizdeki atıştırmalığın dil problemine katkı sağlamak gibi bir gayesi olduğu anlamını çıkarmayınız. Bu yazılanların amacı yalnızca sizinle paylaştıklarımızın ve ilerde sizden gelen paylaşacağımız yazıların bu bozuk dil ile yazıldığını dile getirmektir. Paylaşımlar eğer ki yüzünüzde ufak bir tebessüm, anlık da olsa zihninizde bir fikir oluşturmuyorsa sebebi bu bozuk dildir sayın okur. Bunun ne bizimle ne de sizinle hiçbir alakası yoktur. Bundan emin olabilirsiniz.

Size cücelerden bahsetmek isteriz ya da devlerden. Mesela Güliverin cıktığı deniz yolculuğu sırasında fırtına çıkar ve gemisi parçalanır. Güliver kendi çabalarıyla kâh yüzer kâh sürüklenir ve bir adaya ulaşır, yorgunluktan uyuyakalır, gözlerini açtığında mini minicik insanların üzerinde gezindiğini görür. Başta bu mini minicik insanlar çok korkarlar ondan fakat sonra çok yakın arkadaş olurlar falan... Yok yok, öpülünce prense ya da prensese dönüşen kurbağalardan bahsedebiliriz. Aslankatır’dan ya da. Ya da bir yabancıya en iyi en gösterişli ölüm töreni yapmaya karar veren insanlardan bahsedebiliriz. Mesela bilmediğiniz bir dilde çizgi film izlemenin zevkinden bahsedebiliriz. Yani size masallarla pembe bir dünya anlatabiliriz. Yaa bi yürü git kardeşim bana masal okuma, nedir derdin diyebilirsin. Ala, biz de öyle yapacaktık. Ama olanlardan haberin var mı, iş sağlamamı, yoksa 3 lira var cebimde bi haftadır onla geziyorum harcamadım diye seviniyor musun? Yani aldığın üç kuruş para için buna da şükredin sokakta bir dünya aç işsiz var, evine ekmek götüremeyen var diyip, aldığınız üç kuruş parayı da gözünüze sokmak isteyen hatta bu nedenle -ya doğru diyorsunuz haklısınız- demenizi bekleyen sayın işveren beyleriniz mi var?* Hatta maaşınız geç yatsa bilmem kaç milyonluk iş yaptık, elimiz sıkışık bu ay, gelecek ay alıverin, ne olacak, bu ülke için çalışıyoruz, bu halk için gecemizi gündüzümüze katıp çalışıyoruz, biraz saygı gösterin derler. Eh tabi bizde büyük bir kabullenişle bu tavrımızdan pişman oluruz. Ya da pişman ederler.

Biz mahallede büyüklerin yanında haksızlığa uğrayıp da adaletsizliğin olmadığı kendinden küçükler ve akranlarıyla daha kolektif oyunlar oynayan ve aralarda salçalı ekmeğini yiyen çocuklarız. Patlak topuyla da olsa onunla oynamaya çalışan mahallenin baldırı çıplaklarının, yalınayaklıların, başıkabakların yanında bu zevklerini elinden almak isteyen “benim olacak fıstıkçıların” pisikletlerine tekme atan çocuklarız. Bizler kendine kolejin yiğit, gürbüz, havai delikanlılarını, kokoş, salon güzellerini arkadaş seçmeyenleriz. Bizler bir gün mutlaka gecenin karanlığında “yan yana uzanıp yaldızlı kumlara yıldızlı suların türküsünü dinleyebiliriz.2” Bütün sanayi kollarında, tarlalarda, ofislerde, plazalarda, mikroskobun başında, tahtanın önünde, toprağın altında çalışarak dünyayı var eden bizleriz. Dünyanın tüm zenginliğini insanlığın yararına kullanıncaya dek ve “bir şafak vakti karanlığın kenarından onlar ağır ellerini toprağa basıp doğruldukları zamana3”  kadar onların, bizlerin hikâyelerini anlatmaya devam edeceğiz.

Zoe – Ceyda
_________________________________
1-Ah Biz Ödlek Aydınlar, Önsöz, Aziz Nesin.
2-Taranta-Babu’ya Mektuplar, Beşinci Mektup, Nazım Hikmet.
3-Kuvayi Milliye, Onlar, Nazım Hikmet.

Sınıfa ne olmuş? Fanzin ne iş?

Fikri temelleri yaklaşık iki yıl öncesine dayanan dergi, temel dert olan “sınıfın görünmezliği” kaygısında ortaklaşan bir grup insanın yan yana gelmesi ve uzun tartışmalar sonrası ortaya çıktı. Burada sorulması ve yanıtlanması gereken iki husus var: Sınıfın görünmezliği ne demek? Yayın türü olarak neden fanzin?

İlkinden başlarsak şayet, ülkemizin hatırı sayılır bir kısmının liberal tarifle bile ‘işçi’ olduğu gerçeğine rağmen, herhangi bir sınıfsal refleksin doğru düzgün gösterilemeyişidir sınıfın görünmezliği. Bu durumun bireysel ve toplumsal bir takım sebepleri ve yansımaları vardır. Bu noktada amacımız sınıfımızın öykülerini, şiirlerini, deneme ve çizimlerini yani sınıfı sınıfa yansıtacak, umut üreten tüm paylaşımlarımızı size ulaştırmaktır.

İkinci başlık ise aslında teknik bir cevabı hak ediyor. Aramızda neredeyse kimsenin herhangi bir yayın geçmişinin bulunmaması, dergi formatının gerektirdiği iddiaya ulaşmak için hayli yol kat etmemiz gerektiği gerçeği ve sağladığı bir takım kolaylıklardan ötürü fanzini seçtik. Bu kolaycılık bizden yana bir küçük burjuva davranışının yansıması mıdır peki? Bunu önümüzdeki süreçte göreceğiz fakat samimiyetle belirtmeliyim ki bu davranışların başı, görüldüğü yerde, ezilecektir. Buradan “hedefte dergi çıkarmak mı var” sorusu çıkar mı? Evet çıkar. Cevabımızı ise “şimdilik fanzin” diyerek verip bu başlığı da geçebiliriz sanırım.

Başlıktan devam edecek olursak, aslında sınıfa ne olduğu ayan beyan ortada. Bir sorudan çok bir iddiayı dillendiriyor. İşçi sınıfı, başından geçen türlü belalardan ve lanetlerden sonra soldan uzaklaştı-uzaklaştırıldı.
Aydınlanmacı ve sosyalist hareketlerle bağı kopan sınıf günbegün sağcılaşırken solun payına da sürekli daralmak düştü. Aşılmaz bir noktada mı peki? Sorunun yanıtı hayır olsaydı bu yayın olmazdı.

Bu sayımızda ve daha pek çok sayıda dizi şeklinde devam edecek bir Küba’ya seyahat yazısı, üç adet sınıfın bağrından kopan hikâye, iki yüz yıl sonrasının Sosyalist Türkiye’sinin gazetesinde yayınlanan köşe yazısı silsilesi, içten gelen birkaç adet şiir, değerli aydınımız Mustafa Kemal Erdemol’un kıymetli paylaşımları, hoşunuza gideceğine emin olduğumuz birkaç serbest çalışma bulunmakta. Her türlü eleştiri, öneri, katkı için bize ulaşmanızı ve etkinliklerimize katılmanızı bekliyoruz. Fanzin-okur etkileşimi arttıkça amacımıza yakınlaşacağız.

Sözü fazla uzatmadan sizi emeğimizle baş başa bırakıyoruz…

Editörden

Sınıfa ne oldu?

Mayıs 2016 - İlk sayımız; Kapak
Kapak Arkası (2. Sayfa)
--------------------------------------------------------------------------------------
Yoğun Yokuş Fanzin ekibi olarak özgür paylaşıma inanıyoruz.
Yayınlanan tüm yazılar, kaynak gösterilmek ve ticari kaygı gütmemek koşuluyla
çoğaltılabilir, paylaşılabilir ya da yeniden üretilebilir.
2016 - Copyleftt
--------------------------------------------------------------------------------------
Selamlama;
“İfade kanallarının her gün kapatıldığı, söz, düşünce, örgütlenme gibi en temel hakların ihlal edildiği ülkemizde, bu yayınla, kendilerini ifade etmek isteyenlere yeni bir olanak yarattığınız için sizi kutluyorum. Ne kadar sürdüreceğiniz, kaç sayı çıkacağınız önem değil, girişiminizin kendisi tek başına bir gurur vesilesi. Tüm emekçilerini kutluyorum”
Mustafa Kemal Erdemol
--------------------------------------------------------------------------------------
Katkıcılar
Ali Mert
Bayram Uluad
Berkay Avşar
Cansu Aslan
Cansu Ünal
Ceren Rabia Karahancı
Cihangir Doğ
Ezgi Aydın
Handan Kasalar
Hatice Taştekin
İsmail Kayar
Mustafa Kemal Erdemol
Oktay Dursun
Önder Yıldız
İrem Arıcı
Okan Alay

Yayın Kurulu
Okan Alay
Hatice Taştekin
Cihangir Doğ
Bayram Uluad

Tasarım
Cansu Aslan

Kapak İllüstrasyonu
İsmail Kayar

Editör
Bayram Uluad

23 Nisan 2016 Cumartesi

Çıkış bildirimiz...


Bir yoğun yokuşta insanımız. Yokuşu yoğunlaştıran temel dert sınıfın varlık/yokluk meselesidir. Yazarak karşı koyacak, umut taşıyacak, alternatif üretim yapacağız. 

Sorularımız var. Tabii cevaplarımız da...

Neden sınıf: Çünkü alternatif. Çünkü görünmüyor bir türlü. Çünkü var. Çünkü dertliyiz sınıftan yana. Çünkü Gezi’de de öyleydi. 

Neden biz: Çünkü alternatif. Çünkü üretkeniz. Çünkü biliriz sınıfımızı. Çünkü cinsiyetçi değiliz. Çünkü kimlikçi değiliz. Çünkü sınıf neferiyiz.

Neden fanzin: Çünkü alternatif. Çünkü ticari kaygı gütmüyoruz. Çünkü size ulaşmak için amatörce bir başlangıç. Çünkü sınıfsınız. Çünkü kabul etmeseniz de sınıfsınız. Çünkü bilmeseniz de sınıfsınız. 

Bunları bir araya getirince yazma isteğiniz uyanıyorsa hemen yazın. Uyanmıyorsa alın okuyun. O da olmuyorsa görmezden gelin ve sakince sağa dönüp uzaklaşın. 

Çünkü döndükçe dünya, sokaklara vuracak öykülerimiz…