1 Haziran 2016 Çarşamba

Bile

Sayfa 23-24

Dün, arkadaşlarla birşeyler içmeye gittik. Sahnedeki türkü grubu mola verince sigara için dışarı çıktık. Sokakta, gecenin bir yarısında çocuklar kâğıt mendil satıyordu, aldık…
Kullanmayacağımızı bildiğimiz için parayı ödedikten sonra mendilleri geri uzattık çocuğa. Reddetti. Dilenci değilim demek istedi. Hoşumuza gitti! Başkalarına satması, para kazanması niyetiyle ısrarla yine uzattık mendilleri, yine reddetti.
Çocukların Türkçe konuşmadıklarını fark edip urup etmez Arapçamla sordum:
- Intil Suriye?
Anneannemin, özlediğim Arapçasıyla cevapladı hemen:
- Ey.
Sorar gibi sıraladım:
- Şam? Halep? Lazkıye?
- Halep.
- Şu ismek?
- Mahmud. Şu ismik?
- Şevkiye.
Hafızamı kurcalayıp diyaloğu sürdürebileceğim kelimeler aradım, bulamadım.
O sıra Halepli Mahmud'un arkadaşlarından biri benden sürekli para istiyordu:
- Atıni 1 lira! Atıni 1 lira!
- Vallah mafi, dedim. Bir Arapça kelime daha kullanabilmiş olduğum için sevinmiştim.
Anneannemi hatırlamış, Arapça ile anneannem arasında kurduğum -doğal olarak başkalarının anlayamayacağı- alkollü bir duygusal karmaşadaydım ve zaten Arapçam yerlerde sürünüyordu, mekânın kapısında koruma görevlisi gibi duran toparlak adam ve yanındaki şık giyimli kadın çocuklara bağırmaya başladı:
- Gidin burdan be! Defolun!
Adam konuştukça küçülmüştü, kadın konuştukça çirkinleşmişti.
“Karışmayın kardeşim, biz konuşuyoruz, size n'oluyor?!" diyerek itiraz ettik.
Döndüm Halepli Mahmud'a. Ben birkaç cümle daha kurmak isterken adam çocuklara doğru seğirtti, sinek savar gibi kol hareketleriyle korkuttu, omuzlarından iterek uzaklaştırdı onları. Kadın, "her yerdeler ya!" gibi bir şeyler havladı.
Biz, daha bir öfkelendik, birkaç cümleyle daha karşılık verdik.
Grubun bağlamacısı coşmuştu. Bağlamayı öttürüyor derler ya hani… Gözlerimi tellerin üzerinde titreyen maharetli parmaklardan alamıyordum; bu sırada Suriye halklarının yaşadığı trajedideki Türkiye'nin payı vb. üzerine cümleler yuvarlıyorduk.
Aklımda Halepli Mahmud'un tavrı.
Masadaki arkadaşlardan biri, çocuklara bağırıp onları ite kaka uzaklaştıran kişilerin oturduğumuz mekânın sahipleri olduğunu söyledi.
Başımı çevirdim ve şöyle bir göz gezdirdim. Calvino'nun baygın gülüşlü portresinin yanında kızıl bayrak taşırken bakışlarında umut dalgalanan bir kadının resmi takıldı gözüme.
Yeni yaşamın yeni gülüşlerini yüklenmiş bazı gerillaların ve İspanya İç Savaşı'nda faşizme karşı savaşan komünistlerin sıkılı yumruklarını alın hizasına getirip poz verdikleri fotoğrafları da vardı duvarlarda. Çoğu öfkeli; ama umutlu, hepsi acemi; ama maharetli, hemen hepsi siyah beyaz; ama yepyeni bakışların fotoğrafları, resimleri...
Dalgalanan umutlu bakışlar, hiç gülünmemiş gülüşler, dostlarına selam verircesine sıkılmış ve diktatörlüğe karşı cüret eden yumruklar… Gülüşleri, bakışları, umutları duvarlara asıp Mahmud’dan esirgeyen; Mahmudlar’a hırlayan adamlar, kadınlar…
Çelişki midemi bulandırmıştı.
Aklıma Mehmet Eroğlu'nun “Kusma Kulübü” geldi.
Çıktım dışarı. Adam daha bir küçülmüştü, ayaklarımla ezebilirdim; kadın göz kapaklarının arasından solucan çıkarıyordu, boyası akan suratında irinli yaralar...
Midem dönüyordu; ağzımda acı bir tat… Yediğim içtiğim ne varsa yüklenmiş gırtlağımı zorluyordu.
Yaklaştım adama, kadına.
Kusmadım bile üzerlerine!

Şevkiye

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder