1 Haziran 2016 Çarşamba

Başkalarının hayatı

Sayfa 10
Yorgun bir halde girdi evine, kendini kanepenin üzerine bıraktı. Başı ağrıyordu. Yüzün üzerinde görüşme yapmıştı. Tersleyen müşterileri yanıtlamaya çalışınca görüşmeler uzun sürüyor, günlük performans hedefini tutturamıyordu. Hep beni buluyor diye düşündü. İki gün sonra sevgilisiyle birlikteliklerinin birinci yıldönümünü kutlayacaklardı. Umarım unutmaz dedi kendi kendine, uykuya daldı. Sevgilisinin o esnada en beğendiği elbiseyi almaya çalıştığını bilmiyordu.

İki gün sonra birlikteliklerinin yıl dönümüydü. O elbiseyi bir tek bu sitede bulabilmişti ama siparişi veremiyordu bir türlü. Son adımda "Lütfen bekleyiniz" yazısı çıkıyor, ne kadar beklerse beklesin işlem tamamlanmıyordu. Hep beni buluyor diye düşündü. O esnada sitede hiç bir kullanıcının sipariş veremediğini bilmiyordu.

Artık ekrandaki tüm harfler birbirine karışmaya başlamıştı. Tüm gün aralıksız çalışmış, resmi mesai süresi biteli bir kaç saat olmuştu. Devreye almaya çalıştığı yeni özelliğin yük testlerini ne yaptıysa bitirememişti. Test bir aşamada kilitlenip kalıyor, testi yeniden başlatması gerekiyordu. Artık daha fazla devam edemeyecekti. Gündüz bir de bankadan aramışlar, sıkı bir kavga etmiş, ağzına geleni söylemiş yine de siniri geçmemişti. Başı ağrıyordu. Hep beni buluyor diye düşündü. Yeni özelliği devreye aldı, testini yarın tamamlarım artık dedi kendi kendine. Şirketin iki hafta önce satın aldığı tüm sunucularda, işlemcilerdeki üretim hatasından kaynaklanan aynı sorunun yaşandığını bilmiyordu.

Dünyanın en büyük işlemci üreticilerinden birinin fabrikasında çalışıyordu. Her gün binlerce işlemci üretiyor, dünyanın dört bir yanına gönderiyorlardı. Otomatize edilmiş testleri yapıyor, testi geçemeyen ürünleri ayırıyordu bir kenara. Artık kendisi de otomasyonun bir parçası gibiydi, neredeyse düşünmeden yapıyordu işini. Ve bu sırada başka bir çok şey düşünüyordu; hayatını, eşini ve çocuklarını, başka bir ülkeye gitmeyi, intihar etmeyi. Ama en çok da elinden geçen işlemcilerin hikayelerini hayal etmeyi seviyordu; kim bilir nerelerde, ne işler yapan bilgisayarlarda kullanılıyordu. Eşinin çalıştığı tekstil atölyesinde diktiği elbiselerin daha fazla rağbet gördüğü aklına gelmiyordu hiç.

Çetin Ceviz

Böyleyken böyle

 Sayfa 9
Şarkılarımız varoşlarda sokaklara çıkmalıdır. 

Şarkılarımız bir tek yüreğin 
perdeleri inik kapısı kilitli evinde oturamaz! 
Şarkılarımız rüzgâra çıkmalıdır...*
Güzel özetlemiş. Fikirlerimiz. Bizi biz yapana doğru götüren, dünyayı döndürmemizi sağlayan, algılarımızı akıştıran fikirlerimiz. Kapitalist modernitenin -her burjuva icraatında olduğu gibi- yozlaşmasının, kendini üretemeyecek noktaya gelmiş olmasının kahrolası sancısı içinde biz hala sloganvari ve atasözleriyle ‘düşünen’ bir toplumuz. Hal böyleyken fikirlerimiz, yaşama şansı ‘bulamayacağı’ için çoğu zaman, henüz fikirken, ölür.

Üretme kabızlığına ne çare? Sarıgül değil elbette. Görünmez bir sınıf yaratmış da oldu bu fikirsizlik hali ve üretim kabızlığı. Aslında umutsuzluğun da dışavurumudur bu durgunluk. Bunları tersyüz etmek için, evet, fikirlerimiz sokaklara çıkmalı, rüzgâra çıkmalı. İnsana çarpmalı kıyıya vuran çocuk cesedi gibi…

Şiirlerimiz şarkılarımıza ilham, mücadelemiz insana öykü, öykülerimiz sınıfa umut olmalı. Yazmalı. Çizmeli. Tartışmalı. Saçmalamalı. Şiirlemeli mesela ortalık kan gölüne dönmüşken ülkemde. Bombardımana bombardıman. Sınıfa karşı sınıf. Bombaya karşı umut. Ölüme karşı şiir. Cihada karşı sosyalizm…

Bizi bir araya getiren gerekçelerimiz bunlardır. Elimizdeki üretme olanaklarının tümünü ardına kadar kullanmalı ve yola çıkmalıyız. Umutsuzluk yok! Yılmak yok öyle. İnsan var olduğu sürece, sürecek bu kavga. Kavganın öznesi var ve dimdik ayaktadır. Lakin nesnesi henüz görünür kılınmış değil.

Yeni üretim ilişkilerinde durumu tekrar değerlendirmek üzere… Şimdilik sınıfta kalın. Ah elbette sınıftan kasıt Mamak İmam Hatip Ortaokulu 5-A sınıfı değil.

Elinizdeki, atıştırmalıktır. Afiyet olsun.

Cemgillerden Cemil
_____________
* Gidin araştırın la azıcık.

Umudu göremeyen hüzün

Sayfa 4

Lokum Bey

Suriyeli çocukların kurşun askeri yok, çünkü onlar “asker”

Sayfa 7

Beş yıldır korkunç bir savaşın sürdüğü Suriye’de 300 binden fazla insan yaşamını yitirdi. Kuşkusuz bu acımasız savaşın en büyük kurbanları küçük çocuklar.
Bu konuda açıklanan sayılar tüyler ürpertiyor. Hem Suriye insan Hakları Gözlemevi’nin hem de UNICEF’in verilerine göre 15 bine yakın çocuk bu savaşta can verdi. Hayatta kalabilen çocuklardan 6 milyonu savaştan olumsuz olarak etkilendi. Annesiz babasız kalan en az 8 bin çocuk tek başlarına komşu ülkelere sığındı. 38 bin çocuk ise ailelerinin sığındıkları ülkelerde dünyaya geldiler. 3 milyon Suriyeli çocuk okula gidemedi, hala gidemiyor. Savaştan etkilenen Suriyeli çocukların sayısı Lübnan’da 500 bin, Türkiye’de 350 bin, Irak’ta 75 bin, Mısır’da 60 bin. Çocuklardan birer nesneymişlercesine rakam olarak söz etmek ne kadar acı verici.
Hayatta kalabilmeyi, şimdilik, başarabilmiş Suriyeli çocukların tüm yaşananlara rağmen, savaş yüzü görmemiş başka coğrafyalardaki akranları gibi oyun oynamaya, oyuncaklara ihtiyacı var. İçinde bulundukları durum ne olursa olsun her çocuk gibi onlar da oyunlar oynama devam ediyorlar hala. Büyüklerin acımasız dünyasında oyuna sığınmak durumundalar. Kendileri için “tasarlanmamış” bir dünyada oyunları sayesinde kendi “dünyalarını” oluşturuyorlar.
“Oyun” tam da bu zaten. Öncelikle büyükleri kopya etmek oyun dedikleri. Büyüklerin yaptıkları, çocuk dünyasında sadece bir görüntüden ibaret. “Gibi” yaptıkları için savaş oyunlarında canları yanmaz, saklambaçta gerçekten kaybolmaz çocuklar. Suriyeli çocuklar için de böyle.
Özellikle erkek çocukların, Eski Yunan ile Roma dönemindeki akranları gibi oyuncak askerleri sevdiğini söylemeye gerek var mı? Bu iki eski medeniyetin çocukları oynayacak oyuncak askerlere sahipti denir. İçine oyuncak askerler doldurulmuş Truva atına benzer bir oyuncak ata rastlanmıştır arkeolojik kazılarda. Çoğu bu kadar eski bir oyuncaktan yoksun Suriyeli çocukların. Ama taklitçi çocuk aklı için sorun mu bu? Kendileri asker olur, öyle oynarlar oyunlarını. Suriyeli çocuklar da böyle yapıyorlar. Korkunç bir savaşın içinde “savaşçılık” oynayan çocuklar bunlar.
 

Gördüğünüz fotoğraflar Suriye’nin şimdi neredeyse tamamen yıkılmış Humus kentinde çekildi. “Savaşçılık” oynarken ölmüş(!) bir askerin tabutunu taşıyorlar sözüm ona. Diğeri daha ürperten bir oyun. Yine “ölmüş” bir askeri gömmece oynuyorlar. Gördükleri her şeyi taklit eden bu yavruların oyun için başka malzemeleri yok. Binlerce akranlarını gelip bulan ölüm, onlar için oyun. Savaşın “oyun” olmadığının farkına asla varamayacaklar, öldükleri anda bile.
 Bunlar, eğer ölmedilerse babalarının eve her gece sağ gelmesini bekleyen çocuklar. Bu oyunu oynadıkları sırada kaçı anne ya da babalarını kaybetti kim bilir. Gerçeklik algısı zaten büyüklerinkinden farklı olan çocukların dibine kadar içinde yaşadıkları savaşı algılamaları böyle oluyor.
IŞİD’in toplu infaz törenleri de bu çocukların “oyunlarından” biri. Kafa kesmece de çok yaygın bir “oyun”. Travmanın dışa vurumu onu bir oyun gerecine dönüştürmek demek ki. Tanık olduklarının kendilerinde yarattığı korkuyu ifade edebilecek, dolayısıyla o korkuyu alt edebilecek donanımı, gücü yok bir çocuğun. Yapabileceği en iyi şey o tanıklığı oyuna dönüştürmek, oyunu da dilediği gibi yönlendirebilmek. O nedenle bütün oyunların sonu mutlu biter. Kafa kesmece oyununun sonunda, “esirler” kafaları kesilmek üzereyken “Suriye askerleri”nce kurtarılıyorlar örneğin. Gerçeklikte bulunamayan “mutlu son”u hayali oyunlarda bulmak bir çocuk icadıdır zaten.
 Savaşta annesini, babasını, kardeşini kaybeden ama kendisi hayatta kalabilen Suriyeli çocuk her şeyden önce bir “psikolojik kurban”. Onu bu durumdan kurtaracak herhangi bir terapi olanağı ülkesinde yok. Başvuracağı tek aktivite oyun. Bunun için oyuncaklara ihtiyacı var.
Bulamadığı için de kendisini “oyuncak” yapmaktan başka çaresi yok.

Mustafa K Erdemol

Okuru selamlamak niyetine…

Sayfa 5-6
--------------------------------------------------------------------------------------------
Aziz Nesin bir yazısında bu coğrafya insanının soyut düşünme konusundaki eksikliğinden bahseder1 . Bu eksikliğin temel sebebi ise bu coğrafyanın göçebe topluluklar diyarı olmasıdır der. Öyle bir göçebelik ki bu son iki yüzyıldır şehirleşen toplumumuzdaki gelişen yerleşik hayata rağmen halen üstesinden gelememişizdir. Bizim kültürümüzde yazlık, kışlık kavramı vardır örneğin. Yaşamımızı buna göre biçimlendiririz. Özellikle esnaf ve memurlar yaz gelip de okullar tatil olduğu zaman yaylalara göçerler. Kış gelince de şehir merkezlerine. Mevsimlik işçiler örneğin, yazın Çukurova’nın verimli topraklarına pamuk için, Karadeniz’in yeşilliğine fındık için giderler. Kışın yeniden yaşadıkları yerlere dönerler. Alışamamışızdır bir şekilde yerleşik hayata. Bu sebebin oluşturduğu eksikliği de en iyi dilde görebiliriz der yine üstat. Öyle değil midir?* Eğer soyut düşünebilen bir topluluk olsak, bu dilimize ve kullandığımız kavramlara yansırdı. Ancak göçebeliğin vermiş olduğu hareket bizi somut ve pratik düşünmeye zorladığından, fiilden yani hareketten türetilen kavramlarımız oldukça fazla. Birde bunun üzerine harf devrimi ile birlikte yeni kavram üretme ihtiyacıyla girişilen yolun önünü alamama sonucunda saçma sapan bir yığın türetilen anlamsız kavramlar ve halk kullanmadığı için bu kavramların içinin doldurulamaması ve zenginleşememesi sonucu bugüne gelmiş bulunmaktayız.

Dilin gelişimi için üzerine oturması gereken bir üçlü sacayağı vardır muhakkak her olgu da olduğu gibi. Dil için bu ayaklar; bilim, sanat ve felsefedir ki geldiğimiz noktada bu ayakların ne kadar dayanıksız olduğunu yakın zamanda teknolojimizi Nasa ile kıyaslayan yöneticimiz dile getirmiştir aslında. Tabii belirli kazanımlarımızda yok değildir, o kadar da kendimize ağır eleştiride bulunmayalım. Nasa’nın bu yöneticimize açıklamalarından dolayı bir cevap vermiş olması belki de bu kazanımlara dikkat çekiyordur.
Böyle bir giriş üzerine, elinizdeki atıştırmalığın dil problemine katkı sağlamak gibi bir gayesi olduğu anlamını çıkarmayınız. Bu yazılanların amacı yalnızca sizinle paylaştıklarımızın ve ilerde sizden gelen paylaşacağımız yazıların bu bozuk dil ile yazıldığını dile getirmektir. Paylaşımlar eğer ki yüzünüzde ufak bir tebessüm, anlık da olsa zihninizde bir fikir oluşturmuyorsa sebebi bu bozuk dildir sayın okur. Bunun ne bizimle ne de sizinle hiçbir alakası yoktur. Bundan emin olabilirsiniz.

Size cücelerden bahsetmek isteriz ya da devlerden. Mesela Güliverin cıktığı deniz yolculuğu sırasında fırtına çıkar ve gemisi parçalanır. Güliver kendi çabalarıyla kâh yüzer kâh sürüklenir ve bir adaya ulaşır, yorgunluktan uyuyakalır, gözlerini açtığında mini minicik insanların üzerinde gezindiğini görür. Başta bu mini minicik insanlar çok korkarlar ondan fakat sonra çok yakın arkadaş olurlar falan... Yok yok, öpülünce prense ya da prensese dönüşen kurbağalardan bahsedebiliriz. Aslankatır’dan ya da. Ya da bir yabancıya en iyi en gösterişli ölüm töreni yapmaya karar veren insanlardan bahsedebiliriz. Mesela bilmediğiniz bir dilde çizgi film izlemenin zevkinden bahsedebiliriz. Yani size masallarla pembe bir dünya anlatabiliriz. Yaa bi yürü git kardeşim bana masal okuma, nedir derdin diyebilirsin. Ala, biz de öyle yapacaktık. Ama olanlardan haberin var mı, iş sağlamamı, yoksa 3 lira var cebimde bi haftadır onla geziyorum harcamadım diye seviniyor musun? Yani aldığın üç kuruş para için buna da şükredin sokakta bir dünya aç işsiz var, evine ekmek götüremeyen var diyip, aldığınız üç kuruş parayı da gözünüze sokmak isteyen hatta bu nedenle -ya doğru diyorsunuz haklısınız- demenizi bekleyen sayın işveren beyleriniz mi var?* Hatta maaşınız geç yatsa bilmem kaç milyonluk iş yaptık, elimiz sıkışık bu ay, gelecek ay alıverin, ne olacak, bu ülke için çalışıyoruz, bu halk için gecemizi gündüzümüze katıp çalışıyoruz, biraz saygı gösterin derler. Eh tabi bizde büyük bir kabullenişle bu tavrımızdan pişman oluruz. Ya da pişman ederler.

Biz mahallede büyüklerin yanında haksızlığa uğrayıp da adaletsizliğin olmadığı kendinden küçükler ve akranlarıyla daha kolektif oyunlar oynayan ve aralarda salçalı ekmeğini yiyen çocuklarız. Patlak topuyla da olsa onunla oynamaya çalışan mahallenin baldırı çıplaklarının, yalınayaklıların, başıkabakların yanında bu zevklerini elinden almak isteyen “benim olacak fıstıkçıların” pisikletlerine tekme atan çocuklarız. Bizler kendine kolejin yiğit, gürbüz, havai delikanlılarını, kokoş, salon güzellerini arkadaş seçmeyenleriz. Bizler bir gün mutlaka gecenin karanlığında “yan yana uzanıp yaldızlı kumlara yıldızlı suların türküsünü dinleyebiliriz.2” Bütün sanayi kollarında, tarlalarda, ofislerde, plazalarda, mikroskobun başında, tahtanın önünde, toprağın altında çalışarak dünyayı var eden bizleriz. Dünyanın tüm zenginliğini insanlığın yararına kullanıncaya dek ve “bir şafak vakti karanlığın kenarından onlar ağır ellerini toprağa basıp doğruldukları zamana3”  kadar onların, bizlerin hikâyelerini anlatmaya devam edeceğiz.

Zoe – Ceyda
_________________________________
1-Ah Biz Ödlek Aydınlar, Önsöz, Aziz Nesin.
2-Taranta-Babu’ya Mektuplar, Beşinci Mektup, Nazım Hikmet.
3-Kuvayi Milliye, Onlar, Nazım Hikmet.

Sınıfa ne olmuş? Fanzin ne iş?

Fikri temelleri yaklaşık iki yıl öncesine dayanan dergi, temel dert olan “sınıfın görünmezliği” kaygısında ortaklaşan bir grup insanın yan yana gelmesi ve uzun tartışmalar sonrası ortaya çıktı. Burada sorulması ve yanıtlanması gereken iki husus var: Sınıfın görünmezliği ne demek? Yayın türü olarak neden fanzin?

İlkinden başlarsak şayet, ülkemizin hatırı sayılır bir kısmının liberal tarifle bile ‘işçi’ olduğu gerçeğine rağmen, herhangi bir sınıfsal refleksin doğru düzgün gösterilemeyişidir sınıfın görünmezliği. Bu durumun bireysel ve toplumsal bir takım sebepleri ve yansımaları vardır. Bu noktada amacımız sınıfımızın öykülerini, şiirlerini, deneme ve çizimlerini yani sınıfı sınıfa yansıtacak, umut üreten tüm paylaşımlarımızı size ulaştırmaktır.

İkinci başlık ise aslında teknik bir cevabı hak ediyor. Aramızda neredeyse kimsenin herhangi bir yayın geçmişinin bulunmaması, dergi formatının gerektirdiği iddiaya ulaşmak için hayli yol kat etmemiz gerektiği gerçeği ve sağladığı bir takım kolaylıklardan ötürü fanzini seçtik. Bu kolaycılık bizden yana bir küçük burjuva davranışının yansıması mıdır peki? Bunu önümüzdeki süreçte göreceğiz fakat samimiyetle belirtmeliyim ki bu davranışların başı, görüldüğü yerde, ezilecektir. Buradan “hedefte dergi çıkarmak mı var” sorusu çıkar mı? Evet çıkar. Cevabımızı ise “şimdilik fanzin” diyerek verip bu başlığı da geçebiliriz sanırım.

Başlıktan devam edecek olursak, aslında sınıfa ne olduğu ayan beyan ortada. Bir sorudan çok bir iddiayı dillendiriyor. İşçi sınıfı, başından geçen türlü belalardan ve lanetlerden sonra soldan uzaklaştı-uzaklaştırıldı.
Aydınlanmacı ve sosyalist hareketlerle bağı kopan sınıf günbegün sağcılaşırken solun payına da sürekli daralmak düştü. Aşılmaz bir noktada mı peki? Sorunun yanıtı hayır olsaydı bu yayın olmazdı.

Bu sayımızda ve daha pek çok sayıda dizi şeklinde devam edecek bir Küba’ya seyahat yazısı, üç adet sınıfın bağrından kopan hikâye, iki yüz yıl sonrasının Sosyalist Türkiye’sinin gazetesinde yayınlanan köşe yazısı silsilesi, içten gelen birkaç adet şiir, değerli aydınımız Mustafa Kemal Erdemol’un kıymetli paylaşımları, hoşunuza gideceğine emin olduğumuz birkaç serbest çalışma bulunmakta. Her türlü eleştiri, öneri, katkı için bize ulaşmanızı ve etkinliklerimize katılmanızı bekliyoruz. Fanzin-okur etkileşimi arttıkça amacımıza yakınlaşacağız.

Sözü fazla uzatmadan sizi emeğimizle baş başa bırakıyoruz…

Editörden

Sınıfa ne oldu?

Mayıs 2016 - İlk sayımız; Kapak
Kapak Arkası (2. Sayfa)
--------------------------------------------------------------------------------------
Yoğun Yokuş Fanzin ekibi olarak özgür paylaşıma inanıyoruz.
Yayınlanan tüm yazılar, kaynak gösterilmek ve ticari kaygı gütmemek koşuluyla
çoğaltılabilir, paylaşılabilir ya da yeniden üretilebilir.
2016 - Copyleftt
--------------------------------------------------------------------------------------
Selamlama;
“İfade kanallarının her gün kapatıldığı, söz, düşünce, örgütlenme gibi en temel hakların ihlal edildiği ülkemizde, bu yayınla, kendilerini ifade etmek isteyenlere yeni bir olanak yarattığınız için sizi kutluyorum. Ne kadar sürdüreceğiniz, kaç sayı çıkacağınız önem değil, girişiminizin kendisi tek başına bir gurur vesilesi. Tüm emekçilerini kutluyorum”
Mustafa Kemal Erdemol
--------------------------------------------------------------------------------------
Katkıcılar
Ali Mert
Bayram Uluad
Berkay Avşar
Cansu Aslan
Cansu Ünal
Ceren Rabia Karahancı
Cihangir Doğ
Ezgi Aydın
Handan Kasalar
Hatice Taştekin
İsmail Kayar
Mustafa Kemal Erdemol
Oktay Dursun
Önder Yıldız
İrem Arıcı
Okan Alay

Yayın Kurulu
Okan Alay
Hatice Taştekin
Cihangir Doğ
Bayram Uluad

Tasarım
Cansu Aslan

Kapak İllüstrasyonu
İsmail Kayar

Editör
Bayram Uluad